29
Selamlar canlarım ciğerlerim hdjdhjfd Nasılsınız, umarım çok iyisinizdir 🤍 İki haftadan sonra uzun bir bölümle karşınızdayımm özlemişim bölüm yayınlamayı aboo 🫂 Ama önceliklee bir bölüm daha gelecek bu hafta!! ❤️🔥 Kısa bir ara bölüm gibi düşünebilirsiniz. Diğer bölümlerin başına eklemek istemedim çünkü kısalığına rağmen hikayenin gidişatını değiştiren bir bölüm olacak 🫠 Onu da muhtemelen ya yarın akşam ya da en geç ondan sonraki günün akşamı yüklemiş olurum. Şimdiiii dönelim bu bölüme, hepinize keyifli okumalar diliyorum. Yorumlarınızı ve oylarınızı merakla bekliyorum 🥹 Buradan sonrasını artık size emanet ediyor ve aradan çekiliyorum 🤍✨
29: İLK BÜYÜKLER VE FEDAİLER
Şaşkınlığım öylesine gürültülüydü ki zihnimdeki hiçbir düşüncenin sesini duyamıyordum. Aralık dudaklarımdan neşeden yoksun, hayret dolu bir gülüş taştı; önümdeki kadını kendisine ram etmiş olan hastalığın gücüne inanamayarak, gözlerimi kırpıştırdım.
"Oyun oynayalım mı?" Soruyu yinelemenin sabırsızlığıyla oturduğu yerde kımıldandı. Gözlerini pür bir heves renklendirmişti; ama sonra birdenbire gölgelendi. Kuşkuyla başını eğdi, peltek hecelerle konuştu. "Ama annem yabancılarla asla oynamamamı söyledi. Sanırım sen de bir yabancısın."
Yavaşça yere çöktüm, gözleriyle aynı hizaya indim. Tereddüt ederek, "Tanışalım öyleyse." diye mırıldandım. Sonra ufak bir çocuğun dilinde konuşmam gerektiğini fark ederek, çabucak ekledim. "Benim adım Demre ama arkadaşlarım bana hep Demo der. İstersen sen de bana böyle seslenebilirsin."
Hâlâ karşımda küçük bir kız çocuğu bulmanın sersemliğini yaşıyordum. Aklım, ustalıkla canlandırılan bir piyes izlediğini düşünüyorken; hislerim, hiç kimsenin bu kadar kusursuzca rol yapamayacağına inanıyordu. Çünkü gerçekten de karşımdaki ufak bir insandı.
"Demo mu? Çok komikmiş!" Kıkırdayarak elini bana uzattı. Gözleri değdiği hiçbir yerde uzun süre sabit kalamıyor, durmadan etrafta geziniyordu. "Benim ismim Peltek. Ama seninki kadar komik değil."
Havadaki elini tutarak sıktım; ama parmakları çok gevşekti, beceriksizce yapılan bir el sıkışmasıydı. Hâlâ şaşkındım ancak onu ürkütecek kadar belirgin duygular yaşamamaya çalışıyordum. "Peltek mi? Peki gerçek ismin ne?"
Birden dudaklarını aralayarak acıyla inledi, parmaklarımın arasındaki elini kurtarırcasına hızlıca çekti. Ovuştururken yüzü ekşimişti. "Niye bu kadar sıktın ki? Canımı yaktın. Hem Peltek benim gerçek ismim! Hem zaten okuldaki herkes bana böyle seslenir."
Hâlâ ovuşturduğu eline, ekşimiş suratına baktım. "Özür dilerim, sıktığımı fark etmedim." Bedenindeki gücün bile küçük bir çocuğunkine evrilmesi tam anlamıyla hayret vericiydi. "Kaç yaşındasın peki, Peltek?"
Uzun bir çabayla parmaklarını sayarak, binbir güçlükle üç tanesini indirdi. "Yedi. Bak, ben saymayı öğrendim!" Bir yanıt beklemeden hızla yerden kalktı. Sendeledi, düşecek gibi oldu ama zıplayarak doğruldu. Sonra birden tiz sesiyle bağırdı. "Hadi evcilik oynayalım!"
Ağır ağır ayağa kalktığım esnada, kapının önünde durarak bana döndü. Sırıtarak parmağını dudaklarına bastırmıştı. "Biliyor musun? Şebnem ablamın bebeklerini dolabıma sakladım. Ama sakın söyleme, yoksa beni çok kötü döver."
Araladığı kapıdan dışarıya çıkacakken duraksadı, duvardaki düğmeyi gösterdi. "Işıkları söndür. Benim boyum yetmiyor. Annem çok kızar açık bırakırsak." Eliyle heyecanlı heyecanlı arkasından gelmemi söyledi. "Hadi koş, sana çok pahalı bir şey göstereceğim."
Nutkum tutulmuş bir hâlde peşinden giderek düğmeye bastım, tüm atölyeyi karanlığa hapsettim. Karşıdaki aralık kapıya koşarak karanlığın ağzında duraksadı, sabırla ışığın açılmasını beklemeye başladı. Huzursuzca kımıldandı. Kendisine dokunan zifiri karanlıktan rahatsız olduğu belliydi.
Işığı yakarak içerde gezinen siyah gölgeleri savuşturdum. Sevinçle elime asıldı, beni peşinden sürükledi. Karşı koymayarak götürdüğü yere gittim; aynalı masanın önünde durduğunda bana hınzır bir bakış fırlattı.
"Ne göstereceksin bana?" diye mırıldandım. Arkamı dönerek aralık kapıdan loş koridoru kolaçan etmiştim. Etrafta başka kimsenin olmadığını bize fısıldayan bir sessizlik vardı.
Çekmecelerden birisini açarak kadife bir kutu çıkardı. Ağır bir yükmüş gibi zar zor taşıyarak önümüze koymuştu. Kapağını yavaşça yukarıya kaldırınca, pırlantalarla bezenmiş gösterişli bir kolye açığa çıktı. Nefes kesiciydi. İnsanın gözlerini kamaştıracak kadar parlak ve nadide bir parçaydı.
"Kimin bu?" diye sordum, dokunmaya çekinerek.
"Beren'in." dedi, neşeyle kıkırdadı. "Çok özel bu, birkaç gün sonra takacak. Kimse bulamasın diye saklıyor."
Parmağının ucuyla, yasak çiğnemenin hazzına varır gibi kolyeyi dürttü. Ardından tekrar kıkırdayarak geriye kaçıldı; zıplaya zıplaya dolaba doğru uzaklaştı. Zar zor açtığı kapakların arkasında kaybolarak kendi kendine mırıldanmaya başladı. Çoktan kolyenin varlığını unutmuştu. "Bebeklerim nerede acaba?"
Kolyeye dönerek, dokunarak yamulttuğu kısmı nazikçe geri düzelttim. İki gün sonraki davette takacaktı bunu, belliydi. Belki de sırf bunun için satın almıştı; paha biçilemez, eşsiz bir tasarımdı. Kendi sanat eserlerini söndürebilecek güçte bir parçaydı.
Kendi kendine şarkı mırıldanan çocuğa kısa bir bakış atarak kolyeyi elime aldım. Ağırlığı beni şaşırtmıştı. Hızlıca kadife kapağı geri indirerek çekmeceye koydum. Parmaklarımın arasında kamaşan devasa büyüklükteki pırlantalara bakarken, koridordan ince bir ses yükseldi. Birden korkuya bulandım.
Birisi geliyordu.
Panikleyerek kolyeyi yakamdan içeriye soktum ve çabucak sütyenimin kenarına sıkıştırdım. Nefessiz bir hâlde üstümü düzelterek, hızlıca ellerimi önümde kavuşturdum. Kapının önüne gerilemiş, henüz yeni girmiş izlenimi verircesine eşikte durmaya karar vermiştim.
İşte gelmişti, hemen arkamdaydı.
"Ceren?" Belkıs Hanım başını aralık kapıdan içeriye sokunca, ona döndüm. Gözleri kızıyla benim aramda gidip gelirken, yanımda Ceren'in olmadığını anlaması yalnızca saniyelerini almıştı.
Çatık kaşları gevşerken, şiddetli bir kasırga misali içeriye girdi. Suçüstü yakalanmış gibi ayağa fırlayan küçük kız, korkuyla titreyerek annesine dönmüştü. Kucağındaki bebekler yere düşmüştü.
Hızlıca ellerimi önümde birleştirerek kenara çekildim. Kalbim göğsümü yumruklarken, kendimi insafsızca azarlanmaya hazırlamıştım. Çünkü farkındaydım. Konaktaki herkesten sır gibi sakladıkları ufak bir çocuk bulmuştum.
"Ben sana erken uyuyacaksın demedin mi?" Kızını kollarından tutup, hırpalarcasına sarstı. Varlığını başkasına göstermenin intikamını alıyordu, belliydi. Gözlerini belertmişti, tutuşunda ürkütücü bir hiddet vardı. "Neden dolanıyorsun etrafta hâlâ? Çabuk yatağına gir!"
Korkudan alt dudağı titreyen kızı sertçe yatağın üstüne fırlattı. Hiç beklemeden çıkışa yürüyerek beni de peşinden sürükledi. Neredeyse vurarak ışığı söndürdü ve odayı zifiri karanlığa buladı. Kızının çığlıkları onu durduramamıştı. Gaddar bir tavırla çarparak kapıyı üstüne kapattı; tüm ev bu gürültüyle inlemişti.
Kendi kızının çocukluğuna tekrar annelik yapmaya hevesli olmadığı belliydi. Üstünde durduğunu yeni fark ettiğim kilidi hızlıca çevirerek, karanlığa mahkum etti.
Yürek burkan, boğuk yalvarışlar duyuldu.
Anahtarı yumruğunun içinde sıktı. İçerdeki kesik ağlayışlara ve karanlıktan korktuğunu söyleyen kısık yalvarışlara büsbütün sağır kalarak, yavaşça yüzünü bana döndü. Göz göze geldiğimiz ân, zihnime yalnızca tek bir düşünce tutunabildi.
Kendi kızına bile acımayan bir anne, elin kızına hiç acımazdı.
"Sen..." diye fısıldadı. Aralık, ince dudakları hiç kımıldamamıştı; sanki kelimelerin zehir gibi dışarıya saçıldığı yer orası değildi. Çenesi dimdikti. Yarıya indirdiği göz kapakları, bakışlarına mağrur bir ifade katmıştı. "Sadece bir kere soracağım. Ne yaşandı az önce?"
Benden duymak istediği bir yanıt vardı ve bu yanıtı ona vermekte tereddüt edecek bir lüksüm yoktu. "Ceren Hanım'la karşılaştım, atölyesinde bana yaptığı resimleri gösterdi. Sonra yorulduğunu, erken uyumak istediğini söyledi. Koridorda size denk geldi, iyi geceler dileyip öptü. Ardından uyumak için odasına geçti. Şu anda da uyuyor."
Kilitli kapının ardından söylediklerimi inkar eden çığlıklar yükseldi. Ama yine de istifimi bozmadım. Kendimi dünyanın en kötü insanı gibi hissetmiştim. Ne kadar kabullenmesi güç olsa da, içerde korkmuş bir çocuk vardı.
Kendisine büyük gelen bir bedenin içinde kaybolmuş ufak bir çocuktu.
Kadının hafifçe havaya kalkan tek kaşı dışında suratında hiçbir devinim olmamıştı. Gözleri usulca devrildi, hiç ummadığı bir dirayet bulduğu temizlikçiyi baştan aşağıya defalarca kez süzdü.
Kollarını önünde kavuştururken, "Ah doğru ya, geçen gün bahsetmişti. Yoksa herkese diz çöktüren şu kız sen misin?" diye sordu. Üstümde gezinen gözleri sonunda bir şeyler bulabilmiş gibi, artık durmuştu.
Ona kimin bahsettiğini düşünürken, mahçup olmuş gibi davranarak başımı önüme eğdim. "Öyle de denebilir sanırım, Belkıs Hanım."
Biz önlerinde diz çökmüşken karşımdaki kadın orada değildi; yolculuktan döner dönmez duş almak istediğini söylemiş ve aramızdan ayrılmıştı. Demek ki yaşananları kendisine eksiksiz anlatan bir hizmetkârı vardı. Çünkü Tan Şahoğlu'nun gururunu zedelemiş bir vukuatı sıcağı sıcağına konuşmayacağına neredeyse emindim. Kendi kızıyla da oturup sohbet edecek kadar sağlıklı bir ilişkisinin olmadığı zaten aşikardı.
Bizden biri gizlice ona hizmet ediyordu.
"Akıllı bir kıza benziyorsun," derken, usulca yanıma sokuldu. "Ama eğer az önce söylediklerinden farklı bir şey yaşandığını duyacak olursam, o dilini koparırım, ona göre." Geriye kaçılarak bana nefes alabileceğim bir süre tanıdı. Sesi hafifçe kısılmıştı; artık kendi kendine mırıldanıyordu. "Zaten bu konakta hiçbir sır gizli kalamıyor ki. Dilin kemiği yok ki bu evde! Herkes duymuş dördüncü kişiliği. Ama yaşlı bir kadın sanmaya devam etsinler."
Yaşlı kadın.
Ansızın zihnimde bir hengâme koptu; Ece'ye verdiğim sırdı bu.
Bir şekilde dönüp dolaşıp tekrar bana dönmesi zaten umduğum bir şeydi fakat yem olarak ortaya attığım bir sırrı, karşımdaki kadının kapacağı aklımın ucundan dahi geçmemişti. İnanılır gibi değildi. Ben vukuatların kendi ufak çemberimizde döndüğünü zannederken, belli ki içimizden biri çoktan bu çemberin dışına çıkmıştı.
Yalnızca iki ihtimal vardı. Ya Ece'ydi dosdoğru ona gelip bunları söyleyen; ya da Ece'den duyarak gelen, Sinem'di. Ama her kim laf taşıyorsa, sırrı benim yaydığımı söylememişti. Ona hizmet eden birisi vardı, şüphesizdi; fakat bunu ilginç bir şekilde, kuyumuzu kazmadan yapıyordu.
Kurnaz sesi, düşüncelerimi dağıttı. "Gerçeği bilen tek kişi sensin. Yani eğer birisinden çocuk lafını duyarsam, sen söylememiş olsan bile suçu senden bilirim. İşte o zaman, kork benden. Hadi şimdi yıkıl karşımdan."
Başımla selam vererek hızlıca emrini yerine getirdim ve koşar adımlarla loş koridoru aştım. Üstümdeki ağırlıkla kaçarcasına merdivenleri inerken, kendimi kayıp düşecekmiş ve yakalanacakmış gibi hissetmiştim. Korktum, tırabzanlara tutundum ama yine de durmadım. Telaşla mutfağa girerek, geldiğim gibi kendimi dışarıya attım.
Hemen odama gitmem gerekiyordu.
Kademsiz geceye karışarak koşmaya başladım. Kimse kalmamıştı etrafta; ama müştemilatın tüm ışıklarıysa yanıyordu. Issızlığın kıyısından geçtim, evin kapısına vardım. Henüz zili bir kere çalmışken beklemediğim bir hızda açılarak beni ürküttü.
"O surat ne öyle doğum günü kızı? Far görmüş tavşan gibisin." Sude'nin gülüşlerine zar zor karşılık vererek, erken uyuyacağımı söyledim ve geçiştirerek, yanından ayrıldım. Çabucak kendimi odama attım.
Bir an önce üstümdeki kolyeden kurtulmazsam bu yükün altında devrilecekmiş gibi hissediyordum. Resmen hırsızlık yapmıştım; bir amaç uğruna bu kadar kıymetli bir eşya çalmış olsam dahi, ben yine de huzursuzdum. Kendimi hiç yakıştıramadığım bir durumun içine sokmuştum.
Nitekim yapacağım kötülüğün yanında, hırsızlık oldukça masumdu.
Sütyenimin kenarından çıkardığım kolyeyi çoraplardan birinin içine sokarak, belli olmayacak şekilde katladım. Ardından çekmecenin derinliklerine saklayarak usulca kapattım. Kurtulmuştum, artık kimse bulamazdı. Göğsümde sıkışmış nefesleri üfleyerek, kendimi sırtüstü yatağa bıraktım.
Gözlerim beyaz tavanda dolanırken, ben çoktan zihnimin içindeydim. Talihsiz bir duruma düşmüştüm. Zeren'in çocukluğuna tanık olmak, tüm okları bana çevirmişti. Eğer gerçek dördüncü kişiliği ayyuka çıkarsa, masum olsam dahi ben suçlu sayılacaktım. Susmuş olsam bile, konuşmanın cezasını ben ödeyecektim.
Sorumluluğu üstüme binen bu sırdan kurtulabilmemin tek yolu, küçük bir çocuk tarafından yayılmasını sağlamaktı. Sergi anında içinde dolanan çocuğu dışarı çıkarabildiğim müddetçe, tüm suç ona ait olacaktı. Kendi sırrını, kendi ifşalamak zorundaydı. Aksi takdirde ben yanacaktım, o yanmadıkça.
Vicdanımın derinliğinde boğulduğum uzun bir sürenin sonunda yattığım yerden kalkarak eve kulak kabarttım. Ansızın dün geceyi anımsamış, korkuya kapılmıştım. Tekrar odama gelip bana iğne yapmaya kalkışır mıydı? Evdeki sükunet beni ürkütmüştü. Saate bakınca gece yarısını geçtiğini gördüm.
Telaşla yataktan kalkarak kapıya yürüdüm ve hiç düşünmeden kilidi çevirdim. Kulağımı kapıya yaslayarak, bir süre dinledim. Ne duymayı umuyordum, bilmiyordum. Kendimi kapana kısılmış kadar çaresiz hissettim; alnımı kapıya yaslayarak sımsıkı gözlerimi yumdum. Korkmamalıydım, beni korkutmalarına izin vermemeliydim. Fakat böyle bir kadınla aynı çatı altında yaşıyor olmak bile, huzurumun katiliydi.
Sertçe nefesimi üfledim, kapıdan uzaklaştım. Odamın ışığını söndürdüğüm esnada, ansızın cama vuruldu. Elim düğmenin üstünde asılı kaldı, uzun perdelerin örttüğü pencereye baktım. Merih gelmiş olabilir miydi? Kalbim bu beklenmedik ziyaretin heyecanıyla kasılırken, yavaşça pencereye sokuldum.
Perdeyi kenara itince gözlerimiz kesişti. Tüm korkularımın gururunu zedeleyen bir hafiflikle doldum. Gerçekten de gelmişti; pencerenin kenarına yaslanmıştı. Dudaklarında endişeli ama meraklı bir tebessüm vardı. Birden elinde tuttuğunu yeni fark ettiğim ufak saksıyı havaya kaldırarak, hafifçe salladı.
Simsiyah bir menekşe vardı içinde. Çelimsiz, ince bedenine kırmızı bir kurdele bağlanmıştı. Rüzgarlarla raks ediyordu.
Dudaklarıma yerleşen gülümsemeyi durduramayarak pencereyi açtım. Soğuk gece bacaklarıma dolandı, beni ürpertti; ama bunun sebebi üşüdüğüm için değildi, farkındaydım. Aramızdaki tek engel kalkınca gülümsemesi usulca genişledi.
Elindeki saksıyı bana uzattı. "Doğum günün kutlu olsun, kitapçı kız. Koşmama rağmen iki dakika geciktim maalesef."
"Teşekkür ederim," dedim, gülümseyerek. Bunun için koşmuş olması içimde bir yerleri sıcacık yapmıştı. Saksıyı alarak çiçeğe daha yakından baktım; gerçekten de simsiyahtı. "Çiçekçiye başkasını sokup mu aldırdın yoksa bunu?"
Gülerek kollarını demir korkuluğa yasladı; başını geriye attı, bana aşağıdan imalı bir bakış fırlattı. Kaşının kenarındaki yara kabuk bağlamıştı. "Hayır, seni öldürmeyen şey güçlendirir diyerek kendim girdim. Biraz zor oldu ama geçen günkü çiçeği attığını görünce yenisini almak istedim. Bana çiçek aldırabilen ilk kadınsın."
Karnımda bir şey kımıldandı. Gözlerindeki koyuluğu görmezden, son cümlesini de duymazdan gelerek odanın içine döndüm. Sormalı mıydım ona? Saksıyı başucumdaki komodinin üstüne koyarken, olması gerekenden daha yavaştım. Soramazdım böyle bir şey. Ellerimin titrediğini görünce kalbimdeki uyuşukluk biraz daha arttı. Geri yanına dönerken adımlarım isteksiz sayılabilecek denli yavaştı.
Bir an dahi üstümden ayırmadığı gözleri, bana kendimi daha savunmasız hissettirdi. Sanki göğsümden akıp geçen tüm duyguları, zihnimden savrulup giden tüm düşünceleri görebiliyordu.
"Bugün pek iyi gözükmüyordun," dediğinde, parti esnasında yaşadığım korkuyu anımsadım. "Kötü bir şey mi oldu?"
Birden karşı koyması zor bir arzuyla doldum. Her şeyi ona anlatmak istedim ama ne diyeceğimi bilemedim. Diğerlerinin yaptığı gibi, o da başkalarına anlatır mıydı? Kendime bunun güvenini veremiyordum. Vazgeçerek, başımı iki yana salladım. "Hayır, olmadı. Teşekkürler sorduğun için."
İkimizin de konuşmadığı, derin bir suskunlukta bakıştık. Gitmesini istediğimi zannederek doğruldu. "İyi geceler öyleyse."
Kollarını yasladığı demirden çekecekken, kendimden hiç beklemediğim bir cesaretle doldum ve uzanarak elini tuttum. Maruz kaldığı soğukluğa rağmen tenindeki sıcaklık beni şaşırttı. Afallayarak önce eline tutunan elime, ardından gözlerime baktı.
"Merih, bir şey soracağım sana..." Fısıltım rüzgarlar tarafından yutulmuş olsa da beni duyduğunu biliyordum. Gözlerine bakamayarak, birbirine tutunan ellerimize baktım. Gerçekten soracak mıydım bunu? Kendime inanamıyordum. Tortu gibi göğsüme çöken korkuyu yeniden sezerek, cesaretimi toplamaya çalıştım. "Bu gece benimle kalır mısın?"
"Ne?" Suratındaki şaşkınlığı görünce utandım.
Birden bütün cesaretimi yitirdim, telaşla elini bıraktım. Şimdiden pişman olmuştum. Ama henüz ben geriye çekilemeden, üstündeki şaşkınlığı silkeledi. Yalnızca iki saniyede pencerenin kenarına asılarak iri bedenini zorlanmadan odanın içine soktu. Yaptığı ani manevrayla ürkerek geriye kaçıldım; neredeyse altında ezilecektim.
Doğrularak üstünü düzeltti, ayakkabısını çıkararak duvarın kenarına koydu. Dağılan saçlarını yatıştırdı. Sonra beni afallatan bir muziplikle yanıma sokuldu. Saniyeler içinde dibimdeydi. "Senin ağzın ne güzel şeyler söylüyor öyle? Kalırım tabii, kalmaz mıyım hiç?"
Uzanarak suratımın kenarındaki saçı nazikçe kulağımın arkasına sıkıştırınca, kalbimin devrildiğini hissettim. Duyguları öylesine somuttu ki etiyle kemiğiyle aramızdaydı sanki; etrafımızda dolanıyordu. Bakışlarını daha fazla taşıyamayarak, gözlerimi göğsüne indirdim. Göğsümde şahlanan hisler, bana tüm korkularımı unutturdu.
Duygularımın üstündeki etkisi çok şaşırtıcıydı. Henüz odama gireli bir dakika dahi olmamıştı ama gücüne karşı koyabilmek şimdiden çok zordu. Beni pişmanlığın ve tatminliğin arasındaki arafta sıkıştırmıştı.
Usulca yanağıma sürtünen parmakları içimi ürpertince gülümsedi. "Üşüdün mü?"
Asıl titreme sebebimin fakrındaymış gibi bakarak, geriye çekildi. Hızlıca pencereyi kapattı ve soğuğun önünü kesti. Perdeyi tamamen örtmeyerek içeriye biraz da olsa ay ışığı girmesine müsaade etmişti.
Tekrar yanıma sokulurken birden duraksadı. Kaşlarını çatmış, gözlerini kapıya dikmişti. Neye baktığını anlamaya çalışırken, birden kapının kulpu üstüne binen ağırlıkla yavaşça aşağıya kaydı. Yine gelmişti. Pes etmeyecekti, yine gelecekti.
Yaşadığım ani korkuyla ruhum içime sindi. Ellerimle ağzımı örterek farkında olmadan geriledim.
Kaskatı kesilen omuzlarımda hissettiğim ellerle irkildim. Sanki yılan gibi tüm tenimde gezinen korkuyu o da sezinlemişti; ne yaşandığını anlamaya çalışarak, bir bana bir kapıya bakıyordu. Kilitli olduğunu fark eden kadın, bir süre daha arsızca açmak için zorlasa da sonunda kulpu serbest bırakmıştı.
Gitgide uzaklaşan adım sesleri, yavaşça örtülen bir kapıyla son buldu. Gitmişti. Ellerimi dudaklarımın üstünden çekerek ona döndüm. Yıkılmaz bir kale gibi arkamda duruyordu ve hâlâ omuzlarımı tutuyordu. Bir şey söylemeye hazırlandığımı görünce hızlıca parmağını dudağına bastırdı, ardından kulağını gösterdi.
Dinle, hâlâ orada.
Kaşlarımı çatarak kapıya döndüm. Haklıydı, gerçekten de hâlâ oradaydı. Kapısını kapatarak gitmiş gibi düşünmemi sağlamaya çalışmıştı ama loş gölgesi hâlâ alttaki aralıktan içeriye sızıyordu. Kadındaki zarar verme hırsı resmen beni hayrete düşürürken, hiç kımıldamadan onunla birlikte karanlığın ensesinde bekledim.
Tek başıma yaşasaydım bu anı, belki de şu anda titriyor olurdum; fakat kendimi bile şaşırtacak denli durgundum. Ondaki soğukkanlılık, bendeki tüm kuruntuları talan edecek kadar güçlüydü.
Saatler gibi hissettiren dakikaların sonunda tekrar açılan ve kapanan bir kapı sesi daha duyuldu. Merih yine de yerinden kımıldamayarak, bir süre daha evi dinledi; artık gittiğinden emin olunca da omzumdaki elini hafifçe sıkarak geriye çekildi.
Karanlık gölgelerin devrildiği, kaygılı suratına baktım. "Bu kim böyle gecenin bir vakti odana geliyor? Kapını kilitlediğine göre ilk gelişi de değil."
"Dilan ablaydı, şu hemşire olan kadın." diye fısıldadım, dürüstçe. "İlk kez dün geldi."
Birden çatık kaşları gevşedi, tüm bedeni kasıldı. Kısa bir süre hiç konuşmadan, yalnızca suratıma baktı. Zihnindeki düşüncelerin kargaşası gözlerine de aksetmişti. Sonra sadece şunu sordu. "Ne yaptı gelip?"
Duruşundan, bakışlarına; artık fısıldama gereksinimi duymayışına kadar, ürkütücü bir pervasızlık kuşanmıştı. Her an hışımla odadan çıkıp, kadının peşine düşebilirmiş gibi tekinsizdi. Farkında olmadığım bir içgüdüyle, yavaşça kapıyla arasına girdim.
Ona karşı dürüst olup olmamak konusunda kararsızdım. Ama her nedense, bu gece hiç yalan söylemek istemiyordum. "Dün gece sen benden hapları aldığın için yoksunluk çekiyordum, kendimde değildim, odama girdi..."
Sertçe sözümü kesti. "Kullanmadığını söylemiştin."
Benden şüphe duyması birden sinirlerimi bozdu. İstemsizce çenemi sıktım. "Kullanmadım zaten..."
Ancak o benden daha sinirliydi. "Neden hapları aldığım için yoksunluk çekiyorsun o zaman?"
Sitemkâr bir öfkeyle gözlerine baktım. "Kullanmadım ama hep cebimde taşıyordum. Tuhaf bir şekilde beni güvende hissettiriyordu," Duyduklarım bana bile anlamsız geldi; keza onun da yadırgadığı belliydi. Hafifçe yüzünü buruşturmuştu. "Nasıl açıklayabilirim bilmiyorum, tamam mı? Ben de ilk defa böyle bir şey yaşıyorum. Ama kendimi kötü hissettiğimde hapların cebimde olması bana iyi geliyordu..."
"Dur ben açıklayayım sana," dedi, lafı hiç dolandırmadan. Kendime itiraf etmekte zorlandığım hakikatleri insafsızca suratıma çarptı. "Hiç kullanmadın ama istediğin her an kullanabilme şansına sahip olduğun için kendini güvende hissediyordun. Yani kullanmana ramak kalmıştı ama sen zaten bunun farkındasın. Artık böyle bir şansın yok. Senin hissettiğin yoksunluk değildi, çaresizlikti."
Gözlerime sıcak bir şeyler battı. Defalarca kez kırpıştırdım, içlerine dolan yenilgiyi savuşturdum. Yutkundum. Haklıydı, o kadar şiddetli bir çaresiz hissetmiştim ki yoksunluk çekmiştim. Yanağımın içini dişlerken gözlerimi kaçırdım.
Sözleri suratıma tuttuğu kırık bir aynadan farksızdı; kendimden sakladığım sırları gördüğüm her an, bana körlüğü arzulatıyordu.
"Bundan sonra kapını kilitlemeden uyumamaya dikkat et. Bir şekilde halledeceğim ben o hasta kadını, sen merak etme." Suskunluğumu duyunca sertçe nefesini üfledi. Sesindeki anlayışsızlık artık dinmişti. "Beren mi verdi hapları sana?"
Yeniden gözlerine bakarak, keyifsizce, "Evet o verdi," dedim. Yatağa oturmak için yanından geçtim. "Eğer istersem tekrar verir."
Kolumu tutarak beni durdurdu. Kendisine bakmam için döndürmüştü; omzum göğsüne toslamıştı. Öfkesi yine, diğer tüm duyguların yüzeyine süzülmüştü. "Ama istemeyeceksin."
Üstümde kurabildiği hâkimiyet hoşuma gitmedi. Tıpkı çivi gibi tenime saplanan parmakları tutarak binbir güçlükle kendimden ayırdım. Gerileyerek ondan uzaklaştım. "Sen de işime karışmayacaksın."
Üzerime yürüyerek aramızdaki mesafeyi tekrar azalttı. Başını hafifçe iki yana sallarken, cesurca bana meydan okudu. "Hem de öyle bir karışacağım ki..."
Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Resmen kendi gölgem kadar yakınıma sokulmuştu; gözlerine bakabilmek için, başımı geriye atmam gerekmişti. Elimi göğsüne koyarak bir adım daha geriledim. Karşımdaki adamın kararlılığı korkutucu bir hırsa sahipti. Gerçekten de işime karışarak beni tökezletmesi çok zor değildi.
Hâlâ geniş göğsüne tutunan elime diktim gözlerimi. Az sonra fısıldayacağım itiraf, şimdiden dudaklarımı titretmişti. Kendimi zavallı biri gibi hissettirmişti. "Yoksunluk çekiyorum, Merih. Durduramıyorum kendimi, o haplara ihtiyacım var."
Birden göğsündeki elimi tuttu, gücünü bana aksettirerek sıktı; tenine mühürler gibi bastırmıştı. "Bana bak," diyen fısıltısını duysam da bakamadım. Karşısında bu kadar ilkel bir arzunun kölesi olduğumu kabul etmek, gururumu incitmişti. Gözlerinde kendimi küçük biri olarak görmek ruhumda derin bir yara açardı, biliyordum. Bu yüzden bakamadım.
"Bak bana," dedi ısrarla ama bu sefer daha anlayışlıydı. Çeneme sürtünen eli eğik başımı kaldırınca, kendisine bakmaktan başka çarem de kalmamıştı. Umduğumun aksine, bakışlarında beni hakir hissettirecek hiçbir duygu yoktu. Yalnızca karşısındakini ikna etmeye ant içmiş bir endişe hâkimdi.
"Ben sana destek olurum." Üzerimdeki etkisini arttırmaya çalışır gibi biraz daha suratıma sokuldu. Gözleri resmen ruhumun kıyısına bakıyordu. "Birlikte yenebiliriz bunu. İzin ver, yardımcı olayım sana. Unut o hapları, ihtiyacın yok senin onlara," Neredeyse yalvarır gibi fısıldıyordu. Hâlâ elimi kalbinin üstüne bastırıyordu. "Hiçbir faydası yok sana o hapların. İnan bana, çok ağır bir uyuşturucudan bahsediyoruz. Kendine bunu yapamazsın. Gerekirse yoluna çıkarım, her şeyine karışırım. Ama kendine bunu yapmanı izin veremem."
İkna olmanın paniğine kapılarak geriye çekildim, ondan uzaklaşmaya çalıştım. Elimi, bir avuç dolusu sıcaklığından çekip sıyırdım. Bu kadar yakınımdayken, bu kadar hislerime nüfuz edebiliyorken ona karşı koyabilmek imkansızdı.
"Kolay mı sanki bu bağımlılığı yenmek?" Umarsızca suratına baktım. Gitgide şiddetlenen bu gereksinim, içimdeki tüm umutları yağmalıyordu. Gün geçtikçe daha iyi anlıyordum, bu sefer zaferi olmayan bir muharebeye girmiştim. "Nasıl yeneceğim? Nasıl kurtulacağım bu illetten? Söylesene, sen bu kadar kolay bırakabilir misin her gün içtiğin o sigarayı? Zehir bile olsa insan yine de içmek istiyor işte."
Birden ondan kaçma çabalarımı bertaraf ederek ellerimi yakaladı, sımsıkı tuttu. "Kolay değil biliyorum ama imkansız da değil. Bırakırım, seninle birlikte ben de sigarayı bırakırım. Sen içme, ben de içmeyeyim. Birlikte yenebiliriz bunu." Gözlerimin içine baktı. "Yemin ederim birlikte yenebiliriz."
Resmen donakalmıştım. Tüm bahaneler dudaklarıma küsmüştü. Afallatıcı bir umuda sahipti; bendeki noksanlığı giderecek kadar yoğun, ikimize de yetecek kadar büyük bir umuttu bu. Ellerimi hapseden ellere, gözlerime kenetlenen gözlere baktım. Tutuşu öylesine sağlamdı ki, sanki uçurumun kenarına itilmiş birisini kurtarmaya çalışıyordu.
Ben mi kendimi itmiştim bu uçurumun kıyısına, yoksa onlar mı koymuştu uçurumu bu kadar yakınıma?
Bana bu kötülüğü kimlerin yaptığını anlayabilmek epey zordu çünkü biliyordum, bu azınlığın içinde artık ben de vardım. Kendimi çözebilmem mümkün bile değilken, o yalnızca birkaç dakikada beni çözebilmişti. Ama benimle ilgili yanıldığı tek bir detay vardı. Hapları kullanmama ramak kalmamıştı. Çünkü ben zaten kullanmıştım.
Sessizliğimi zorlayarak, "Anlaştık mı?" diye üsteledi. "Anlaştık de bir tanem, hadi ne olur."
"Tamam, anlaştık." İçime sıcacık bir yaşam doldu, donarak can vermiş tüm ümitlerimi kımıldattı. Duygularımdaki yoğunluğu bastırmaya çalışarak, neşesizce güldüm; ama neredeyse ağlayacak gibiydim. "Gerçekten sigarayı bırakabileceğine inanıyor musun? Müptelası gibisin çünkü."
O da gülümsedi fakat uzlaşmış olsak bile hâlâ gergindi. "İnandıramadık mı seni?"
Birbirine tutunan ellerimizin, sarmaşığı andıran bir çekimle bizi birbirimize doladığını sezince yavaşça geriye kaçıldım. Yatağın kıyısına otururken, kışkırtıcı bir şekilde omuzlarımı silkmiştim. "Bilmiyorum artık, bu aralar çok büyük sözler veriyorsun bana. Göreceğiz bakalım, ne kadar sözüne sadıksın Merih Karahan."
"Göreceğiz bakalım, Demre Eroğlu." Yanıma gelerek oturunca altımızdaki yatak sarsıldı. Omuzlarımız hafifçe çarpışmış; bacaklarımız birbirine yaslanmıştı. Kalbime bir his saplandı, istemsizce gözlerim irileşti. Kasten bu denli yakınıma oturduğu, dudaklarındaki hınzır gülümsemeden belliydi.
Suratını bana doğru yaklaştırınca, kaçamak bir bakış atarak önüme döndüm. Pijamamın kenarıyla oynamaya başladım. "Sonunda şu yatakta ağırlanmak bize de nasip oldu desene, kitapçı kız. Ne yapıyoruz şimdi? Nasıl yatıyoruz?"
Sesine sakladığı vurguları duyunca dirseğimle hafifçe vurarak itekledim. Şimdiden ince bir pişmanlıkla dolmuştum onu odama aldığım için. Bir yanım heyecandan kavrulurken, bir yanım yakalanma korkusundan buz kesmişti. "Artık gidebilirsin, o kadar da korkmuyorum..."
Birden kalktı, üstündeki ceketi çıkarmaya koyuldu. Bana tepeden, kısa bir bakış atmıştı. "Madem bir söz çıktı ağzından, arkasında duracaksın."
Ceketini sandalyenin sırtına bırakarak tekrar yanıma geldi. Karşı çıkmama fırsat tanımayacak kadar çevikti hareketleri. Eliyle kovalar gibi beni duvar kenarına doğru itekleyince şaşırarak geriye kaykıldım. Uzanıp ayağımdaki terlikleri çıkardı, umursamazca yere fırlattı. "Ne yapıyorsun?"
"Küçük bu yatak, kenarda yatarsan düşürürüm seni. Hadi, duvar kenarına." Eliyle tekrar kışkışladı. Sıradan bir sohbet edasıyla söylediği sözler daha da şaşırmama neden oldu çünkü asıl sorumun bu olmadığını kendisi de gayet farkındaydı. Ama ustalıkla rol yapabiliyordu.
Altımdaki yorganı çekiştirerek kaldırınca bacaklarımı kendime topladım. Neredeyse duvara yapışmıştım; çünkü gerçekten de yatağım onunki kadar geniş değildi, tek kişilikti. Bütün cüssesiyle yatağı kaplayacağı şimdiden belliydi.
Kaygılı bakışlarımı görünce güldü.
Sırtı bana dönük bir hâlde oturarak ceplerini boşaltmaya başladı. Bir yandan da konuşuyordu. "Merak etme seni çok rahat ettireceğim," Sigara paketini komodinin üstüne, bana aldığı siyah menekşenin yanına koyarken dertli dertli başını sallamıştı. Sanki içten içe veda ediyordu.
"Onu bunu bırak da, geçen gün biz öpüştükten sonra," Yorganı düzeltirken ellerim havada asılı kaldı; gözlerim belermişti. "Sadece tatlı bir rüya gördüğümü ve artık uyanmam gerektiğini söylemiştin ya..." Birden yüzünü bana dönerek ağırlığıyla tüm yatağı sarstı, yanıma sokuldu. "Belki de ben hiç uyanmak istemiyorumdur, olamaz mı?"
Nefeslerimi tutarak, sırtımı soğuk duvara bastırdım.
Sebep olduğu esintiye sinen kokusu, ruhumu titreten bir kış ayazı gibiydi. Sanki varlığıyla tüm olgulara nüfuz etmişti. Her yerde sadece o vardı; onunla alakalı olmayan her şey, artık manasızdı. Sanki geriye kalmış tek anlam, sadece bizdeydi. Etraftaki her şey görünürlüğünü yitirmiş, onun olmadığı her yer cazibesini kaybetmişti.
Tek eliyle yatağa tutundu; belli belirsiz tebessüm ederek, usulca bana yaklaştı. Aramızda yalnızca ufak bir karış kaldığında, duraksadı. "Tekrar görebiliyor muyuz o tatlı rüyayı?"
Ne kımıldayabildim, ne de bir söz edebildim. Bir yanım içimdeki yangınları söndürmesi için sabırsızlanırken, diğer yanım yanarak kül olsam bile, onun serinliğine sığınmamamı söylüyordu. Aklım ve arzularım arasındaki arafta eziliyordum.
Dudaklarıma inen koyu gözleri tekrar yukarıya tırmanarak gözlerimi buldu. Tepkisizliğim onu şaşırtmıştı; bu çapkın sözlerden sonra terslenmeyi beklediği belliydi. Hızlıca kaşlarını çatarak, tekrar gevşetti. Hafifçe geriye çekilmişti; beni utandıracak bir arsızlıkla gözlerimin içine bakıyordu. Dudaklarındaki şaşkın tebessüm usulca genişledi.
Çünkü onu durdurmayacağımı anlamıştı.
Bu sefer daha büyük bir hevesle sokularak, yeniden soluklarımı benden aldı. Tüm bedenim kasılmış, göğüs kafesim sıkışmıştı. Gerginliğimi sezinlemiş gibiydi; hiç aceleci değildi. Burnunun ucunu belli belirsiz burnuma sürtünce içimden naif bir ürperti geçti. Huylanarak istemsizce güldüm. Çıkardığım ufak gürültü kendisine de bulaşmış gibi, o da güldü; nefeslerimiz birbirine karıştı.
Dudaklarımız arasındaki mesafe sabrımı sınayacak denli azalmışken, birden odayı dolduran titreşimlerle irkildim.
Henüz bana dokunamadan duraksadı. Dudaklarından ağır bir sövgünün fısıltısı döküldü, kızgın bir hâlde geriye kaçıldı ve komodinin üstündeki telefona uzandı.
Üzerimden çekilen ağır varlığı kendimi derin bir uykudan sıyrılmış kadar sersem hissettirmişti. Defalarca kez yutkundum, kesik birkaç soluk aldım. Öylesine sıcaklamıştım ki sırtımdaki duvarın soğuğuna muhtaç kalmıştım.
"Yine geciktik, iyi mi?" Tekrar küfrettiğini duyunca, sonunda ilgimi ona verebildim. Arkasındaki yastığı düzelterek sırtını yatağın başlığına dayarken, bana dalgın bir bakış bahşetti. Telefonu hâlâ elindeydi. Her nedense, gerilmişti. "Çok kısa sürecek."
Ona dönük bir hâlde arkama yaslanarak, kolunun kıyısından merakla telefonuna baktım. Girdiği uygulamayı görünce neredeyse gülecektim. "Oyun mu oynayacaksın?" Ama beni duymamıştı. Ekrandaki kullanıcı isimleri gözüme ilişti. "Devlet, Mentol, Albız... Bunlar kim?"
Söylediğim isimleri duyunca aniden dalgınlığı dağıldı. Yanında olduğumu unutacak kadar elindekine odaklanmıştı; omzunun kenarına sindiğimi görünce gülümsedi. Ama çabuk yok olmuştu bu neşe belirtisi. Telefonun ekranını göremeyeceğim şekilde çevirince, geriye çekildim.
Gözlerimin içine bakarak, yalnızca, "Müsaadenle, kitapçı kız." dedi. Nazikçe söylemiş olsa da ciddiyeti ısrara imkan tanımıyordu.
Biraz daha geriye çekilerek istediği müsaadeyi verdim; sırtımı tekrar duvara yasladım. Birbirimizden sakladığımız sırların farkında olmama rağmen, bozulduğumu hissettim. Ama bu can sıkıcı duygunun üstünde fazla oyalanamadım; çünkü sırf oyun oynamak için o uygulamaya girmediğini anlamıştım.
Birileriyle iletişim kurmak için kullanıyor olabilir miydi?
Bu ihtimali düşünmek dahi içimde bir hayranlık uyandırmaya yetmişti; zekice bir iletişim yöntemiydi. Ayrıca gizliliği ölüm kalım meselesi olan mevzular konuşulmadığı müddetçe, kimse böyle bir zahmete de katlanmazdı.
Gizli bir telefon taşıyan, başkalarıyla iletişim kurmak için oyun uygulamalarını kullanan bir adam vardı karşımda. Yoksa dışarıya bilgi mi sızdırıyordu? Bunun tek bir nedeni olabilirdi.
Yanımdaki adam muhbirdi.
Tek bir düşünce bütün zihnimi sarstı. Kendime mâni olamayarak Merih'e şüphe dolu, kaçamak bakışlar fırlattım. Belki de yanılıyordum. Ama yadsınamayacak kadar barizdi. Kim gizli bir telefon kullanırdı ki? Üstelik bu telefonu yalnızca benim yakaladığım da bir gerçekti. Herkesten sakladığına göre, asıl çalıştığı kişi konağın içinde değildi.
Birden içimde bir umut yeşerdi.
Onun gerçekten de Şahoğlu'na ait olmama ihtimali bütün duygularımı yerle yeksan etti. İçimden binbir çeşit duygu akıp geçti, beni tatlı bir galeyana getirdi. Ne hissedeceğimi şaşırdım. Sevinmeli miydim? Yoksa korkmalı mıydım? Belki de çok daha derin bir örgüte sadıktı; belki de aklımın ermeyeceği kadar kötü bir adamdı. Peki ama buraya ait değilse, nereye aitti? Belki de yanılıyordum, yalnızca kafamda kuruyordum.
"Bu kadardı, bitti." dediğinde neredeyse irkilecektim. Kendi gürültümü bastırarak, ona odaklandım.
Telefonunu kilitlemiş, tekrar yanındaki komodinin üstüne bırakmıştı. Gözleri beni bulunca, tüm çehremi istila etmiş kuşkuları yakaladı. Kaşları çatılırken sırtındaki yastığı düzeltti. Yatakta kapladığı yer o kadar doyumsuz bir genişlikteydi ki bana sadece daracık bir alan bırakmıştı; omzumu koluna yaslamaktan başka çarem de kalmamıştı.
Bir süre birbirimize karşı duyduğumuz kuşkuların kavgası altında, sessizce bakıştık. Benim onu incelediğim gibi, o da beni inceledi. Bakışma uzadıkça usul usul aramızda örülen çekimin bunca şüphe tarafından bile durduralamadığını fark edince şaşırdım. Ama daha çok da ürktüm. Duygularımın körlüğü beni büsbütün korkuttu.
Çünkü karşımdaki adam dibi gözükmeyen, bulanık bir sudan farksızdı. İçinde her türlü tehlikeyi barındırabilirdi ve tüm bu tehlikeleri görememenin tek suçlusu da ben olurdum; o değil. Zira bana hiçbir zaman berrak bir su kadar görünür olmayı vadetmemişti.
Hiçbir şekilde taviz vermediği bu ketumluluk ansızın canıma tak etti. Bu kadar çözülemez bir düğüm oluşu, ilk defa beni bu denli öfkelendirdi. Derin bir kuyuyu andıran gözlerinden, kaşının ucunda kabuk bağlamış; dudağının kenarını mesken tutmuş yaraya kadar sessizce inceledim.
Kollarımı kendime sararken, bastıramadığım bir merakla fısıldadım. "Kimden dayak yedin böyle? Fena hırpalanmıştın o gün, belli ki kendini dövdürmüşsün. Karşılık veremediğin birisi yapmış bunu sana."
Gözlerinden kurnaz bir parıltı geçti; dudağının köşesi hafifçe yukarıya kıvrılmıştı. Belli belirsiz zuhur eden bu gülümsemede gururlu bir renk vardı. Haklıydım, gerçekten de tanıdığı ve karşılık veremeyecek kadar saygı duyduğu birisinden dayak yemişti.
Nitekim yalnızca, "Hırslı bir adam yaptı." demekle yetindi.
Yine üstü kapalı bir yanıt almanın agresifliğiyle gözlerimi devirdim. Yok, çözemeyecektim ben bu adamdaki düğümleri. Huzursuzca kımıldayarak, duvarla cüssesi arasındaki darlığa sığmaya çalıştım. Dirseğimle koluna bastırarak iteklemiş, kendime yer açmaya çalışmıştım fakat yerinden kımıldatamamıştım. "Kim bilir ne dümenler çeviriyorsun?"
İteklemiş olmama rağmen istifini dahi bozmamıştı. Üstelik kolunu başının altına geçirmiş, hafifçe aşağıya kayarak daha da yayvan bir şekilde uzanmıştı. "Sen kim bilir ne dümenler çeviriyorsun asıl? Bütün konağa iyi yutturdun hafıza kaybı yalanını. Hıçkırarak ağlamalar, diz çökmeler... Yalanını yesinler."
Asi bir bakış fırlattığımı görünce güldü; göğsü dalgalanmıştı. Yorganın ucunu tutarak üstüme çekerken, sessiz kalmayı tercih ettim. Çünkü hiçbir dümen çevirmediğimi öne sürmek, şöyle bir durumda biraz fazla onursuzca olurdu. Hırsızlık yaparak çekmeceme sakladığım kolye aklıma gelmişti. Kendimde yalan söyleyecek yüzü bile bulamamıştım.
Birden sessizliği dağıtan beklenmedik sorusu, midemi tepetaklak etti. "Demek benimle birlikte bahçeli bir evde yaşamak istiyorsun?"
Kısa bir anlığına gözlerimi yumdum; gözlerine bakacak cesareti kendimde bulamamıştım. Kubi'nin yaptığı gaf tamamen aklımdan çıkmış, bir nebze de olsa beni yaşadığım utançtan uzaklaştırmıştı. Fakat yanımdaki adamın kolay kolay beni bu utançtan azat edeceği yoktu. Uzun süre dilinden kurtulamayacağım belliydi.
Ama ben yine de kendimi aklamaya çalıştım. "Kubi yanlış anlamış onu..."
Kinayeli gülüşüyle bıçak gibi sözümü kesti. "Madem bir söz verdin çocuğa, mecbur tutacağız o sözü."
Aynı kinayeyle gülerek onu taklit ettim. Başımı çevirmiş, sonunda suratımdan hiç ayrılmayan bakışlara karşılık verebilmiştim. "Sen önce kendi verdiğin sözleri tut da, onu sonra düşünürüz. Hem bu kadar mı heveslisin benimle yaşamaya?"
Gözlerine gölgeler devrildi; bakışları tamamen değişti. "Başka nelere hevesli bu adam bir bilsen."
Duygularındaki ağırlığı taşıyamayarak geri önüme döndüm. "Dikkat et de hevesin kursağında kalmasın."
"Kalsın mı istersin?" diye sordu ama bir yanıt alamadı. Beni böyle köşeye sıkıştırdığı her an olduğu gibi, yine nevrim dönmüştü; yine hislerimle nasıl mücadele edeceğimi şaşırmıştım.
Tüm bedeniyle bana doğru dönerek elini başına yasladı. Artık yalnızca birkaç karış ötemdeydi; suratıma kenetlenen gözler başka bir yere bakmamı imkansız kılıyordu. Kapana kısılmış gibi hissettim kendimi. Onunla aynı yatağa girmek, geri dönülmesi zor bir hataydı.
"Böyle giderse ikimiz de hiçbir yanıt alamayacağız yalnız," Şaşırmıştım çünkü benim kadar onun da yanıtlanma isteği güttüğünü fark etmemiştim. "Madem öyle, o zaman tuttu tutmadı oynayalım seninle."
Farkında olmadan ona doğru dönerken, güldüm. Şimdi ikimiz de birbirimize bakıyorduk. "Tuttu tutmadı mı?"
Tatlı tatlı gülümseyerek omuzlarını silkti. "Başka çare bırakmadın bana."
İğneleyici bir tonla fısıldadım. "Duyan da senin her soruyu yanıtladığını zanneder."
"Her şey karşılıklı," dedi, ukala ama sevimli bir tavırla. "Şimdi söyle bakalım, kitapçı kız. Kirpiklerime dokunmayı çok özledin. Tuttu mu?"
Sorunun gülünçlüğü bunu sorarken takındığı ciddiyetle birleşince bana ani bir kahkaha attırdı. Panikleyerek elimle ağzımı örtünce, o da güldü. Gözleri kısılmış, dişleri gözükmüştü; göz alıcı bir manzaraydı. "Sora sora bunu mu sordun gerçekten? İlginç bir adamsın. Ama maalesef tutmadı, üzgünüm."
Kaşları çatılırken, gücenmiş gözüktü. Eli suratıma doğru uzanmıştı. "Nasıl özlemedin? Ben senin kirpiklerine dokunmayı özledim ama."
Hınzır bir tavırla gözüme uzanınca iki elimle bileğini tutarak durdurdum. Başımı geriye yatırmıştım. "Çek şu büyük ellerini, gözümü oyacaksın şimdi Merih."
"Tutmadı güzelim, benimkiler büyük değil seninkiler küçük." Sözünü ispatlamak istercesine elini açarak, havada tuttu. "Getir elini."
Yavaşça elimi havada bekleyen eline yaslayarak teninin üstüne örttüm. Bu ufacık dokunuş bile nabzımın hızlanmasına yetmişti. Üstelik gerçekten de ufacık kalmıştım elinin içinde. Üstümdeki ağırlığını hissedince, dingin bir denizi andıran gözlere baktım.
Birden parmaklarını indirerek tenimin üstüne kapandı. Elimi kavrayışı tüylerimi ürpertmişti. Sanki aramızdaki tüm uçurumları birbirine kavuşturan bir köprüydü bu dokunuş.
"Bir gün dışarda şöyle gezmemiz yok mu seninle?" Fısıltısı kalbimi tekletti. Hiçbir karşılık veremedim.
Tuhaftı, sanki daha dün tetiğe basmayı hiç düşünmemiş olsam bile, göğsüne silah dayayacak kadar hararetli tartışan biz değildik. Nasıl bu kadar güçlü tutabilirdi beni? Tutuşu sanki artık hiç düşmeyeceğimin bir sözü gibiydi. Ama aylar önce beni onlara teslim ederek düşüren de yine bu ellerdi.
Yine de kurtarmış olma ihtimalini düşünmek dahi onu affetmemin sınırına getirebiliyordu beni.
Elimi yavaşça elinin içinden çekerken, başlattığı oyunu devam ettirdim. Her ne kadar hislerimle savaşmak zorlaşsa da, hâlâ ona karşı temkinli olduğumu anlamasını istiyordum. "Bana bu kadar yakın davranmanın tek nedeni neler kurcaladığımı öğrenebilmek. Tuttu mu?"
Havada asılı kalmış elini yavaşça indirdi. Dilini damağına vurarak inkarın keskin gürültüsünü çıkardı. Sesine haksızlığa uğramış kimsenin durgunluğu çökmüştü. "Tutmadı." Bir süre bu yaftalamayı sindirmeye çalışarak sustu; gözlerimden başka hiçbir yere bakmıyordu. "Seni bu yüzden mi kurtardım sence?"
İlk defa bu itirafı onun sesinden duymak beni resmen dumura uğratmıştı. Farkında olmadan ağzından kaçırdığını düşündüm; ama değildi, gözlerindeki sorgu bile böyle acemi bir hata yapmadığının kanıtıydı.
"Neden kurtardığını bilmiyorum," dedim, rahatsız hissederek. Söylediklerimin ona dokunmuş olması benim de huzurumu kaçırmıştı. "Ama bu kadar geç kurtarmanın nedenini sorgulamakta da haklıyım diye düşünüyorum."
"Bu kimliğimde o kadar gücüm yok maalesef." Kelimelerin üstüne bindirdiği öfke beni şaşırttı. Sırtını tekrar yatağın başlığına yaslayarak önüne dönmüştü. Kendi kendine konuşurcasına mırıldanıyordu. "Sen bir de beni öteki kimliğimde gör."
Sır gibi sakladığı hayatı hakkında verdiği bu koz heyecanlanmama neden oldu. Merakla omzuna doğru sokuldum ve yaptığı gafı ona fark ettirecek kadar yoğun bir hevesle fısıldadım. "Nasıl yani? Öteki kimliğim derken?"
Başını çevirince şaşırdı; beni bu kadar yakınında bulmayı beklemediği belliydi. Muzipçe gülümseyerek üzerime eğildi, başını hafifçe başıma yaslayarak haylaz bir tavırla beni itekledi. "Soru soramazsın. Hile yapmak yok."
Yüzümü asarak acımamış olsa bile iteklediği kısmı ovuşturdum. Ama başımı değil, kırılan şevkimi yatıştırıyordum. "Tamam o zaman," dedim birden, omuzlarımı silkerek. Yalanını yakalayabilme ihtirasıyla, gözlerinin içine odaklanmıştım. "Sadakat beslediğin gerçek kişi Tan Şahoğlu değil."
Dudaklarındaki gülümseme usulca genişledi. "Gizli saklı oyun oynadığım için mi çıkardın bunu? Yoksa ikinci telefonum olduğu için mi?"
Kışkırtıcı bir tavırla, "Soru soramazsın, hile yapmak yok." diyerek onu taklit ettim.
"Hile yapmak yok, peki," Kuralı kendisine hatırlatır gibi gülerek başını salladı. Ardından oyunu sürdürdü. "Tutmadı. Tan Şahoğlu'na sadakat yeminim var."
Yemininin olması hiçbir sadakatin güvencesi değildi, o da gayet farkındaydı ama ben yine de üstelemedim. Çünkü kendisi istemediği müddetçe ağzından tek bir sözün bile çıkamayacağını biliyordum.
En azından ufak da olsa birçok şey söylüyordu.
"Oyuna biraz heyecan katmaya ne dersin?" dediğinde hâlâ söylediklerini düşünüyordum. Dalgın dalgın ona bakınca yaramaz bir neşeyle kuşandığını gördüm. Gözleri dudaklarıma kaydığı an kalbim sıkıştı, zihnimdeki tüm uğultu ansızın dindi. "Seni öpmem için çıldırıyorsun."
Söylediği söz defalarca kez zihnimi arşınladı. Patavatsızlığı karşısında donakalmıştım. Ayağa kalkan gururum, utancımı ayaklar altında çiğnemişti. Suratıma karşı onu arzuladığımı bu kadar açıkça ima etmesi sinir bozucuydu.
Bu yüzden gecenin ikinci yalanını söylemek zorunda kaldım. "Tutmadı." Sesimi renklendiren kibir bana bile yabancı gelmişti.
Sertçe verdiği nefesli gülüş, bana inanmadığını sözsüzce belirten bir küçümsemeydi. Kızgınlığımı kamçılamıştı. Bilinçsizce, avucumun içindeki yorganı sıktım. "Asıl beni öpmek için çıldıran sensin. Ben değilim."
Ama benim silahım yalansa, onunki dürüstlüktü. Ben kimsesiz duygulara sahip çıkamayacak kadar korkaktım ama o en başından kimsesiz bırakmayacak kadar cesurdu.
Hiç düşünmeden fısıldadı. "Tuttu."
Birden uzanıp yüzümün kıyısındaki tutamı, kendisi için bir engelmiş gibi geriye itekledi. Bakışları kadar, dokunuşları da yumuşaktı. "Ama madem sadece ben çıldırıyorum, o zaman sabırla bu hatunun da çıldırmasını bekleyeceğiz. Karşılıklı çıldırmadan olmaz."
"Hatun mu?" Dudaklarımdan şaşkın bir gülüş taştı. Dalga geçmek için söylediği sırıtışından belliydi ama ben yine de alay etmekten kendimi alıkoyamadım; hafifçe yanağına vurarak tekrar güldüm. "İçinde maço yatıyormuş senin, haberimiz yokmuş."
"İçimdeki maço orada yatmaya devam etsin, sen de gel buraya yat." Davetkâr bir şekilde hafifçe geniş göğsüne vurdu. Sonra birden kolumu kavradı, beni kendisine doğru çekti.
Göğsünün üstüne düşünce soluklarım kesildi. Hızlıca kolunu etrafıma dolayarak beni kendisine bastırdı ve henüz hiç yeltenmemişken bile, kalkmamı imkansız kıldı.
Ellerimi nereye koyacağımı şaşırarak yumruk yaptım; bedenine bu kadar dokunabilmek bile utançla dolmam için yeterliydi. Resmen boylu boyunca üzerine uzanmıştım. Göğsünden yayılan sıcaklık tezat bir şekilde bütün uzuvlarımı dondurmuştu. Kaskatı kesilmiştim. Sıcak nefesleri saçlarımın arasına dolanacak kadar yakındı; öyle ki başımı kaldırsam, suratını birkaç santim ötemde bulacağıma şüphem yoktu.
"Bu şekilde uyuyabileceğimi mi düşünüyorsun gerçekten?" Sesim resmen içime kaçmıştı; asi olmasını umduğum kelimeler beni şaşırtacak kadar uysal çıkmıştı. İstediğim tepkiyi veremiyordum.
Gülünce üstünde uzandığım göğsü güçlü bir deniz gibi dalgalandı. Gülüşleri çok belirgindi. Atmaktan zayıf düşen kalbim titredi. Sanki bu güçlü denizde alabora olan ufak bir tekneydi.
"Bu şekilde uyuyabildiğini biliyorum çünkü daha önce de böyle uyudun."
"Nasıl yani?" Şaşırarak başımı kaldırınca yüzünü yalnızca bir karış ötemde buldum. Dudakları o kadar yakınımdaydı ki içimde bir arzunun kabardığını sezdim. Ne konuştuğumuzu unuttum.
Dudaklarına kaçamak bakışlar attığımı görünce gülümsedi. "Ne oldu? Yoksa tatlı bir rüya mı görmek istiyorsun?"
Hınçla göğsüne vurup başımı geri indirdim. Anlaşıldı, kurtuluşum yoktu. Küskün sessizliğim onu yine güldürmüştü. Dertli dertli nefesini verince göğsü içine çöktü. "Bizim tatlı rüyalar başka gecelere kaldı artık. Hadi uyu bakalım," Kısa bir süre duraksadı. "Sana hep korkmadan diyorum ama beni her korktuğunda böyle yatağında ağırlayacaksan, ara sıra korkabilirsin tabii."
Dudaklarımın kıyısına kadar gelen gülüşü durdurmak için sertçe birbirine bastırdım. Başımı göğsüne yaslayarak çekingen bir yavaşlıkla tüm ağırlığımı ona verince çenesi saçlarıma sürtündü. Uzanıp yorganı üstüme çekti, beni daha çok kendisine bastırarak, ikinci bir yorganı andıran sıcaklığına hapsetti.
Hâlâ yumruk olan elimi sonunda açarak göğsünün üstüne koyunca kalbininin atışlarını adeta güçlü bir nabız gibi tenimde hissettim. Bir süre sessizce vuruşlarını dinledim.
Tıpkı benim gibi, o da heyecanlıydı; fakat o bu coşkulu duyguyu ustalıkla dizginleyebiliyordu. Benim kadar toy değildi. Ama buna rağmen belimdeki kolundan, üstüne uzandığım göğsüne kadar gergindi. Nefeslerini o kadar sığ alıyordu ki, rahatsızlık vermemek için üstün çaba sarf ediyor gibiydi.
Bütün gece heyecandan uyuyamayacağımı zannederken bir süre sonra kalbinin sesi tüm zihnimi ablukaya aldı; artık kulağıma fısıldanan bir ninniden farksızdı. Gitgide ağırlaşan göz kapaklarımda uykunun özlemi birikmişti. Bedenim usulca ağırlaştı. Zihnimden geçen son düşünce, doğum günü pastamı üflemeden önce tuttuğum dilek oldu.
Belki de yaşayabilmek mümkündü.
𓄅
Rahatsız edici bir gürültüyle irkilerek uyandığımda yatakta tek olduğumu gördüm. Elimle mahmur bir hâlde, gerisinde terk ettiği sıcaklığı arandım ama bulamadım. Yatak soğuktu; gideli çok olmuştu belli ki. Yüzümü buruşturarak doğruldum, üstümdeki yorganı tekmeledim. Dün gece yaşanılanların rüya olmadığını kanıtlayan siyah çiçek, tüm cazibesiyle yatağımın başucunda duruyordu.
Uyku sarhoşluğuyla ayağa kalkarak ısrarla vurulan kapıya yürüdüm. Neden açmadığını düşünerek sinirlenirken kilitli olduğunu hatırladım.
Hızlıca anahtarı çevirdiğimde geriye doğru savruldu. Kapının eşiğine dayanmış olan Sude merakla üstümü süzdü. "Yine ölüm uykusuna yattın herhalde, on saattir sana sesleniyorum."
Başımı kaşıyarak esnedim. "Uyuyakalmışım, ne oldu?"
"Hazırlan da kahvaltıya gel," dedi geriye kaçılıp aceleyle kapıya yürürken. "Evde telaş var yarınki davet için. Tekrar kahvaltı hazırlayacak ortam bulamayabilirsin, ona göre."
"Tamam geliyorum birazdan," Dışarıya çıkıp terliklerini giyerken kapıyı kapatmak için uzandı. "Bekle, evdeki herkes konağa mı gitti?"
"Evet, herkes konakta," Kapıyı sertçe kapatıp ardında kaybolmadan önce sesi evin içinde yankılanmıştı. "Yapılacak bir ton iş var."
Bir süre arkasından bakarak zihnimdeki düşünceleri derledikten sonra hızlıca odama geri döndüm. Artık uykudan eser kalmamıştı üstümde. Saçlarımı kulaklarımın arkasına kıstırarak komodinin önünde çöktüm. Çekmeceyi açarak dün gece en arkalara sakladığım ağır çorabı buldum; ters çevirerek içindeki kolyeyi çıkardım.
Telaşla yerden kalktım, kendimi odadan dışarıya attım. Fakat acele etmedim. Sude'nin sözüne itimat etmediğim için bir süre koridorun ortasında dikilerek evi dinledim. Birkaç sefer boşluğa seslendikten sonra suskunluktan başka hiçbir hareketlilik sezmeyince ancak ikna olmuştum.
Dilan ablanın tek başına kaldığı odaya girdiğimde, beni karşılayan ilk olgu yoğun bir tütsü kokusu oldu. Yüzümü buruşturarak etrafa göz gezdirdim. Sade ve süssüz bir odaydı. Kenardaki ufak kitaplığın rafları, sağlık kitaplarıyla doldurulmuştu. Yatağın kenarında duran komodinde ahşap bir tütsülük bulunuyordu; içerde raks eden kokunun son kalıntıları ince duman şeklinde üstünden süzülüyordu. Yanındaysa ufak bir astım tüpü duruyordu.
Elimdeki ağırlıkla birlikte hızlıca yatağına yanaştım. Yarın sabaha kadar hiç denk gelmeyeceği bir yere koymam gerekiyordu. Beren buraya geldiğinde kolye sakladığım yerde olmazsa, döndürdüğüm tüm bu dalavere elimde patlardı. Uzun düşünmelerin sonunda yatağı kaldırarak altına saklamaya karar verdim.
Çarşafı hiç dokunulmamış gibi düzelterek geriye kaçıldım; defalarca kez göze çarpan bir tuhaflık olup olmadığını kontrol ettim. Her şey gayet normal gözüküyordu.
Yalnızca sekiz kişi, yalnızca sekiz dakika.
Odadan çıkarken içimde ağır bir vicdan dolanıyordu. Ama fazla uzun sürmemişti bu ağırlık; günün ilerleyen saatlerindeyse tamamen hafiflemişti.
Kızlara yardımcı olabilmek için tüm gün yanlarında dolanıp durmuştum. Gerçekten de tüm konakta hummalı bir uğraş hakimdi; tüm çalışanlar oradan oraya koşuşturuyor, yarınki büyük davetin hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyordu. Tüm bu curcunanın arasında merakla aranmış olsam da Merih'i hiçbir yerde göremedim.
Kim bilir yine neredeydi?
Neredeyse bütün gün aylak aylak etrafta dolanmış, kızlara ufak tefek yardımcı olmak dışında pek bir şey de yapamamıştım. Meral abla henüz işe dönmemem konusunda epey kararlıydı; bir süre daha dinlenmemde ısrar ediyordu. Ancak neyse ki sergide bulunabilmek için binbir zorluklarla kendisinden izin koparabilmiştim. Yarın konakta olmadığım müddetçe hiçbir planımı hayata geçiremezdim.
Mutfak masasında oturmuş dalgın dalgın portakal soyarken ansızın tekrar aklıma o geldi. Acaba neredeydi? Sonunda dayanamayarak meyveyi elimden bıraktım ve cebimdeki telefonu çıkardım. Başımı kaldırarak, ocakta bir şeylerle ilgilenen Ece'yi kolaçan ettim; ne kadar uzağımda olursa olsun, kendimi her an tetikte hissediyordum.
Hızlıca mesajlara girerek, bir süre klavyeyle bakıştım. Ne söyleyecektim ki? Bir şeyler yazdım ama sonra vazgeçip sildim; tekrar yazdım ama yine beğenmeyip sildim. En sonunda kararsızlığıma sinirlenerek sessizce kendime sövdüm. Zaten durduk yere ne yazabilirdim ki? Bir süre dudaklarımı kemirerek düşündüm; sırf kendimi güldürebilmek için aklıma gelen en alakasız şeyi yazdım ama göndermedim.
İçten içe eğlenerek doğruldum, eğilmekten ağrıyan boynumu ovaladım. Kendimi güvende hissedebilmek için Ece'yi yeniden kolaçan ettim. Hâlâ ilgisi ocaktaki yemeklerdeydi. Dalgın dalgın tekrar ekrana eğilince birden nevrim döndü; iletilmiş mesajı gördüğüm an bedenimdeki tüm güç çekildi. Telefon elimden düşecek gibi oldu.
Ronaldo mu yoksa Messi mi?
"Hayır ya, hayır!" Çaresiz bağırışım mutfaktaki sessizliğe adeta bir kurşun gibi saplanmıştı.
Ece sıçrayarak bana döndü; belli ki oradaki varlığımı unutmuştu. "Ne oldu ya birden? Ödümü kopardın!"
Kıza mahçup bakışlar fırlatarak, telefonun ekranını kilitledim. Bundan daha rezil bir mesaj artık istesem de atamazdım. Hınçla önümdeki portakalı kaptım, kaldığım yerden soymaya devam ettim. Sesim resmen içime kaçmıştı. "Affedersin, çok bağırdım. Yanlışlıkla bir uygulama sildim de ondan öyle oldu."
"Ben de bir şey oldu sandım." dedikten sonra, gülerek işine geri döndü. Sessizce portakalın kabuğunu soyarken birden telefon aydınlandı. Ekranda mesaj bildirimi belirmişti.
Kalbim tüm gücüyle göğsümü yumruklarken, tereddütlü tereddütlü elime aldım. Bu kadar hızlı yanıt gelmesinin şaşkınlığını mı yaşasaydım, yoksa benimle alay edecek olmasının gerginliğini mi, bilememiştim. Bildirimin üstüne tıklayarak hızlıca okudum.
En iyisi gece yatağında tartışalım biz bu meseleyi.
Utançtan ve panikten ne yapacağımı şaşırarak telefonu kilitledim, kendimden olabildiğince uzaklaştırdım. Okuduğum mesajın üstüne içgüdüsel olarak Ece'yi kolaçan etmiştim. Demek bu gecede odama gelecekti. Yoksa yine mi birlikte uyuyacaktık? İçimde muazzam bir özlem kabardı; tekrar göğsünde uyuyabilmenin heyecanından mideme keskin bir bulantı saplandı.
Saçımı düzeltip elimle kendimi havalandırdım, sakinleşmeye çalıştım. Sıkıntılı bir durumdu bu; bana bu denli yakınlaşmasına izin vermem tehlikeliydi. Çünkü hem ona, hem de kendime olan güvenimi sorgulayacak bir hâle gelmiştim. İpin ucu elimden kaçabilirdi.
Ansızın mutfak kapısının açılmasıyla omzumun üstünden arkama baktım. Aylin'di gelen, aralıktan içeriye doğru sarkmıştı. "Demo kalk çabuk, Ceren çalışma odasında seni bekliyor."
Yarın misafirlere servis edilecek olan tatlıların süsünü hazırlayan Ece işini bırakarak bize döndü. Henüz ben bir tepki veremeden, şaşırarak araya girmişti. "Neden ki ne konuşacakmış?"
Gösterdiği ilgi beni rahatsız hissettirirken, sorusunu duymazdan gelerek oturduğum yerden kalktım. Belkıs'a hizmet edenin o olduğuna neredeyse emindim; bu yüzden benimle ilgili meselelere duyduğu merak, artık sinirime dokunmaya başlamıştı.
"Ben de bilmiyorum." diyen Aylin'in yanından sessizce geçerek mutfaktan ayrıldım.
Koridora çıktığım esnada Sinem ile Sude'yi girişin yanındaki çıplak duvara altın varaklı bir tablo asmaya çalışırken bulmuştum. Biraz ötelerinde dikilen Meral abla tek gözünü kapatarak hizasını belirliyor, kızlara komutlar veriyordu.
Tablonun ağırlığı altında ezilen Sude gülünç kıvranışlarla ona sitem etti. Bağırmak istemişti ama sesi çok kısık çıkmıştı. "Anne biraz daha seri karar verebilir misin acaba rica etsem?"
Meral ablanın yanında durarak, merakla asmaya uğraştıkları tabloya baktım. Siyah beyaz, eski bir fotoğraftı bu. Ufak bir güruhun geçmişten kalan hatırasıydı; karanlık bir ormanın ortasında duruyorlardı. Herkesin görünümü o kadar ihtişamlıydı ki asilzadelerden oluşan bir ailenin resmi gibiydi.
Ön sıradaki erkek çocukları hariç, herkes elinde ufak kadehler tutuyordu. İçlerinde koyu bir içecek vardı. Gururla havaya kaldırmışlardı; mühim bir günü kutladıkları belliydi fakat en ortadaki adam hariç hiçbiri gülümsemiyordu.
"Bunlar kim?" diye sorunca, Meral abla beklenmedik varlığımla irkildi. Omzunun üstünden bana kısa bir bakış fırlattı.
"Ah, sen miydin?" Sonunda kızların tabloyu asmalarına müsaade etmiş, onların bu zahmetli yükten kurtarmıştı. "İlk Büyükler ve Fedailer."
Hiçbir şey anlamayarak kaşlarımı çattım.
Omzunu ovuşturarak yanımıza gelen Sinem, "Yoldaşlık cemiyetinin ilk kurucuları yani. Fotoğraf 1 Kasım 1979 yılında çekilmiş, üstünde sadece bu yazıyor." diyerek, daha anlaşılır bir dilde açıklamıştı.
Yüzüklerin üstüne kazınmış olan yıldı bu; belki de fotoğrafta örgütün kuruluşunu kutluyorlardı. Sinem'in Yoldaşlık'tan bahsederken örgüt yerine cemiyet demesi de ayrıca ilgi çekiciydi. Saygın bir topluluk izlenimi veriyordu.
Merakla ona doğru fısıldadım. "Kendilerine Yoldaşlar dediklerini sanıyordum. Yoksa eskiden Fedailer mi diyorlardı?"
"Hayır, hâlâ en alt mensuplara Yoldaşlar deniliyor," Sude de yanımıza gelmişti; gizemli tutulması gereken bir sırrı açıklıyormuş gibi, artık kısık sesle konuşuyordu. "Fedailer onların bir üstü. Ama bir de en üsttekiler, yani kurucular var. İşte onlara da İlk Büyükler deniyor. Ama biz kim olduklarını bilmiyoruz."
"Tan Bey'in babası kesin İlk Büyükler'den biri," Sinem öne doğru eğilerek fısıldamıştı. Sude'ye kinayeli bakışlar fırlatıyordu. "Yani bahsettiğim kişi senin deden oluyor aslında."
Yoldaşlık'la ilgili aralarında senelerdir çeşitli rivayetler döndürdükleri belliydi. Ama kızların hiçbiri bahsedilen cemiyetle alakalı kesin bir malumata da sahip değildi, belliydi. Hiçbir şey bilmiyorlardı. Örgüt kusursuzca saklanmayı başarmıştı.
"Tamam yeter bu kadar safsata," Meral abla yüzünü buruşturarak elini savuşturdu. Sude'nin kendisiyle alay eden Sinem'i iteklemesine son anda mâni olmuştu. "Bir ton işimiz var daha, hadi bakayım hadi."
Birbiriyle atışan kızları da peşinden sürükleyerek uzaklaşırken, gülerek arkalarından baktım. Ardından tekrar tabloya gözlerimi dokundurduktan sonra çalışma odasına yürüdüm. Aralık kapıdan içeriye süzüldüğümde, onu gergin bir hâlde mekik dokurken bulmuştum. Kaygıyla kemirdiği tırnaklarını, beni görünce dudaklarından ayırdı.
"Demre, sonunda gelmişsin," Aceleyle yanıma koşarak benden önce kapıyı örttü. Kolumdan tutarak beni odanın ortasına doğru sürükledi.
"Bir şey mi oldu?" diye sordum, tavırlarındaki hararete şaşırarak.
İçinde sıkışmış nefesi sertçe üfledi, ellerini beline koydu. Mavi gözlerinde hezeyanlı bir bakış vardı. "Biliyorsun ki yarın büyük gün, aylardır uğraştığım resmi sergileyeceğim gün," Onaylamamı bekliyormuş gibi duraksayınca hızlıca başımı salladım. Üst üste binen kelimelerle konuşmasını sürdürdü. "Yarın hiçbir sıkıntının çıkmaması gerekiyor. Ama beni korkutan birisi var, onu nasıl durduracağımı bilmiyorum."
Kaşlarımı çattım. "Kimmiş o?"
Konuşmadan önce birkaç sefer yutkundu. Huzursuzca yerinde kımıldandı. "Peltek."
Duyduğum isim beni şaşırtsa da anlamamış gibi davranmak zorundaydım. Bu yüzden yalnızca, "Kimden bahsediyorsunuz?" demekle yetindim.
"Peltek diye bir çocuk var, tamam mı?" Ellerini sallayarak hararetli hararetli anlatmaya başladı. "Gerçekten ele avuca sığmıyor, durduramıyorum. Kimse de tanımıyor onu, annem de doğru düzgün hâkim olamıyor! Yarın benim için çok önemli bir gün, eğer yine gelirse her şeyi mahveder. Böyle bir rezillik yaşamaktansa..." Nefessiz kalarak duraksadı. Havadaki elleri umarsızca iki yanına düşmüştü. "Ölmeyi yeğlerim."
Üstündeki çaresizlik istemsizce keyiflendirmişti beni. "Peki benden ne yapmamı istiyorsunuz tam olarak?"
Birden uzanarak ellerimi tuttu. Yalvarırcasına suratıma bakıyordu. "Bana yardım et. Eğer yarın Peltek gelirse, lütfen onu ortalıktan kaldır. Bir yere götür, ne bileyim, odaya falan kilitle. Ödüm kopuyor beni millete rezil edecek diye. Zaten diğer ikisiyle uğraşmak yeterince zor, bir de şu velet çıktı başıma. Her şey aptal Beren yüzünden, çocuğu başımıza o sardı. Hâkimiyeti hep alıyor bizden, engel olamıyorum. Ama benim yarın kendimi herkese göstermem şart!"
"Öyle mi?"
Ama beni duymuyordu; sayıklarcasına konuşmayı sürdürüyordu. "Yarın babamın gözüne giremezsem başka hiç şansım kalmaz. O çocuğun etrafta dolanmasını bir şekilde engellemen lazım. Benim için yapabilir misin bunu?" Ellerimi hafifçe silkeleyerek umutla yanıtımı bekledi. "Sana güvenebilir miyim?"
"Tabii ki," Belli belirsiz gülümseyerek, teskin edercesine ellerini sıktım. Duyduklarıma inanamıyordum; karşımdaki kadının savunmasızlığı, resmen savaş meydanındaki son düşmanın yere devrilmesine tanık olmaktan farksızdı. Zaferin yorgun bir çağrısı gibiydi. "Tabii ki bana güvenebilirsiniz. Hiç merak etmeyin, yarın çok güzel bir gün olacak. Söz veriyorum size, hayatınız boyunca unutamayacağınız bir gün yaşayacaksınız."
Sözlerime olan inancı gözlerini kamaştırırken, rahatlarcasına gülümsedi. Minnet dolu bir ifadeyle dudakları aralandığı esnada, birden kapı açılarak ikimizi de ürküttü.
"Yarınki davete Bülent kesin gelmiyor, değil mi? Katiyen pürüz istemiyorum..." Baston ansızın zemine saplanarak durdu; cümlesi dik bir yamaçla son bulan yol misali, birden bitivermişti.
"Merak etmeyin..." Arkasından içeriye giren Merih benimle göz göze gelince duraksadı. Onun da cümlesi yarım kalmıştı.
Gri gözler, karşısında bizi bulmanın şaşkınlığıyla hafifçe belerdi. Ancak birbirine tutunan ellerimizi görünce yavaşça kısılmıştı. Sıkılaşan çenesinden yalnızca, "Ne oluyor burada?" sorusu döküldü.
Ceren telaşlanarak ellerimizi ayırınca, çabucak kendisinden uzaklaştım. Kenara çekilerek, ellerimi önümde birleştirdim. Kalbim hızlanmış, omurgam boyunca ince bir ürperti akmıştı. Merih'in sorgulayıcı bakışlarına karşılık vermekten kaçınarak, karşımdaki adama baktım. Akşam bu meseleyi eşeleyeceğini şimdiden anlamıştım.
Adam fersiz bakışlarıyla resmen kızına eziyet ediyordu. İnsanın içini ürpertecek denli soğuk bir sesle, sadece şunu sordu. "Tablo bitti mi?"
Ceren ellerini nereye koyacağını bilemiyormuş gibi kımıldattıktan sonra, tıpkı benim gibi önünde kavuşturdu. Artık himayesinde çalıştığı adama hesap veren bir hizmetliden farksızdı. "Son rötuşları kaldı, baba. Güzel oldu, hiç merak etme..."
"Güzel değil, kusursuz olacak." Lafları ağzına tıkarak kızı susturdu. Sonra birden agresif bir manevrayla kapıyı gösterdi. "Git bitir aylak aylak etrafta dolanacağına!"
Kız ürkek ama telaşlı adımlarla, hiçbir karşılık verme cesareti gösteremeden kapıya yürüdü; heybetli bir engel gibi yolunda dikilen Merih hızlıca kenara çekildi. Ama gözleri hâlâ benim üstümdeydi. Bakışlarında burada ne yapıyorsun diyen bir yadırgama vardı.
"Sen," Bastonun ucu bana doğru kalkınca kalbimin sıkıştığını hissettim. Ortasında satranç takımının durduğu tekli koltukları gösteriyordu. "Otur."
Ceren çoktan odayı terk etmiş, kapıyı da arkasından örtmüştü. Merih temkinli bir yavaşlıkta, arkadaki vitrinli cam dolaba doğru yürüdü. Adamın verdiği emri ikiletmeden çabucak gösterdiği deri koltuğa oturdum. Titreyen ellerimi kucağımda birleştirdim; güç bulabilmek için kendime tutunmuştum.
Ağır adımlarla karşıma geçerek altın bastonunu koltuğun kenarına yasladı; ardından sindire sindire karşıma oturdu. Hiç kırpılmayan gözlerinde irademi zayıflatmaya çalışan bir çaba gizliydi. Aylar önceki o korkunç ânı yeniden yaşıyormuş gibi hissettim kendimi.
Hoyrat tavrıyla, sessizliği örseledi. "Satranç oynamayı bilir misin?"
Çenesiyle, aramızdaki kristal taşları gösterdi. Beni deniyordu. Merih'in araladığı cam dolaptan yarısı boşalmış bir viski şişesi çıkardığını gördüm. Konuşmadan önce yutkundum. Zihnimin uyuştuğunu hissetmiştim. "Küçükken kardeşimle oynardım ama pek hatırlamıyorum, efendim."
Kımıldayan dudakları dışında istifi dahi bozulmadı. "Boğmaca Matı'nı hiç duymuş muydun?"
Ruhumun daraldığını hissettim. Gözlerimin önünde Uraz'ın teslimiyet dolu sakinliği; kızların ızdıraplı çırpınışları belirmişti. Başımı yavaşça iki yana sallarken, zihnimi dingin tutabilme çabasına kapıldım. Sakin kalmalıydım. Ellerimi sıktım. "Daha önce hiç duymadım, özür dilerim."
Merih bardağa doldurduğu viskiyle yanımıza gelince konuşmanın sekteye uğramasına neden oldu. Adam kendisine uzatılan içkiyi alarak içindeki buzlarla birlikte hafifçe çalkaladı. Dudaklarına götürürken, gözleri suratıma kenetlenmişti.
Merih geriye çekilerek, birkaç adım ötemizde dikilmeye başladı. Ellerini arkasında birleştirmişti; etrafa yaydığı gerginlik hissedilmeyecek gibi değildi. Suratında ustalıkla yerleştirilmiş, ifadesiz bir maske vardı; sanki dümdüz bir duvardı. Usulca bir bana, bir adama bakıyordu.
"Demek hafızanı kaybettin," Sertçe nefesini verdi; benden bir karşılık beklemediği belliydi. Kolunu kenara yaslayarak elindeki bardağı hafifçe salladı. Birbirine çarpışan buzlardan nahoş bir gürültü yükselmişti. "Seni kimin dışarıya çıkardığını sonunda öğrendim," dediğinde, nefesimi tuttum. Merih'i hiç yerinden kımıldatmayan soğukkanlılığını gözümün ucuyla görebiliyordum; tıpkı bir heykelden farksız, odanın ortasında dikiliyordu. "Aşağıda çalışan bir güvenliğin hatasıymış. Ama merak etme, kendisini en ağır şekilde cezalandırdım."
Adamı öldürmüştü; hiçbir alakası olmayan bir adam benim yüzümden öldürülmüştü. Bu rahatsız edici hakikati hazmetmem biraz zor olmuştu. Ancak her nasıl yaptıysam, içimde kopan fırtınalardan ufacık bir esintiyi bile ona hissettirmemeyi başarabildim.
Sessizliğimi dinledikten sonra sözlerine devam etti. "Meral'in de bu işte bir parmağı varmış tabii, onu da öğrendim. Onu da öğrendim öğrenmesine ama..." Bir an sustu, dudaklarını birbirine bastırdı. Elindeki bardağa dikmişti gözlerini. "Ne yaparsa yapsın saçının teline bile zarar vermeyeceğimi çok iyi biliyor ya, o yüzden rahatça yoluma böyle taş koyabiliyor."
Bardağı dudaklarına götürerek kendisini susturdu ve uzun bir süre hiç konuşmadı. Kendisini hazin zihnine, beni de şaşkınlığıma hapsetmişti. Meral abla gerçekten de kurtarmış olabilir miydi beni? Hâlâ istifini bile bozmadan dikilen Merih'e kaçamak bir bakış attım. Yoksa ikisi birlik olup mu çıkarmıştı beni? İnanması çok güç bir ihtimaldi bu; fakat öte yandan da olasıydı.
"Seni niçin öldürmediğimi hiç düşündün mü?" Aniden sorduğu bu yalın soru, beni irkiltti. "Ben kimseye ikinci şans tanımam. Tanısaydım, arkadaşlarına tanırdım. Ama senin yaşamana izin verdim, nedenini hiç sorguladın mı? Konağa girmene neden izin verdim, hiç düşündün mü?"
Yaptığı bu saldırılardan en az yarayı yalnızca çaresiz bir kız rolüyle alacağımı artık anlamıştım; bu yüzden gücünün altında ezilen birisi gibi davranmaya karar verdim.
Gözlerime sıcak yaşlar nüfuz ederken, dudaklarımı birbirine bastırdım. İçimdeki acıyı tüm gerçekliğiyle yaşayabilmek için, zihnimde Uraz'ı anmaya başladım. Ölmeden önce bana attığı anlayışlı bakışları, korkmasına rağmen dudaklarında yer edinebilen gülümseyişleri hatırladım. Böylece kendime eziyet ettim.
Saniyeler içinde göğsümde filizlenen acının kökleri öylesine derinlerime uzandı ki, dudaklarımdan gerçek bir hıçkırık taştı. Yanaklarıma devrilen yaşları silerken, başımı önüme eğdim. "Özür dilerim Tan Bey, ben gerçekten hiçbir şey hatırlayamıyorum. Yaşamama müsaade ettiğiniz için size minnettarım. Lütfen yaptığım hatalar için beni bağışlayın!"
Uzun bir süre sessiz kalarak acımı izleyen adam, sonunda öne doğru eğildi ve elindeki bardağı sertçe satranç tahtasının ortasına vurdu. Çıkan gürültü beni korkutmamış olsa bile, abartılı bir şekilde irkildim. "Seni sadece acıyla tanıştırdım, öldürmedim. Çünkü sen benim en büyük kozumsun. Ölüm sana yasak, duydun mu beni? Çok düşmanın var ama ölüm onlardan biri değil. Ölüm senin tek dostun. Senin tek kurtuluşun."
Sözleri tüylerimi ürpertmişti.
Hırsla bastonunu kaparak ayağa kalktı. Tortu gibi üstümüze çökmüş gerginliği yıkan bir deprem gibi yürüdü ve kapıyı açık bırakarak hışımla odayı terk etti.
Ölüm senin tek dostun.
Derin bir nefesle hıçkırıklarımı durdurarak Merih'in endişeli gözlerine baktım. Söylenemeyen onlarca sözün sancılı gürültüsü doldurdu odayı. Belli belirsiz gülümseyerek sorun yok dercesine hafifçe başını salladı. Aramızda geçen bu kısa, teselli dolu bakışma yaşlı adamın peşinden gitmesiyle sonlanmak zorunda kalmıştı.
Yanaklarımdaki ıslaklığı elimin tersiyle sertçe silerken, satranç tahtasında parıldayan bir şey gözüme ilişti. Kaşlarım çatıldı. Doğru mu görüyordum? Yavaşça sırtımı koltuktan ayırdım, öne kaykıldım. Şah tepesine binmiş altın bir yüzükle öylece duruyordu. Üstündeki geyik, tüm görkemiyle ışığın altında kamaşıyordu.
Yoldaşlık yüzüğüydü bu.
İçime buz gibi bir his nüksederken, yavaşça arkama geri yaslandım. Niçin arkasında bırakmıştı bilmiyordum fakat iyi bir niyet gütmediğine emindim. Bu yüzden ne elimi sürdüm, ne de daha fazla ilgilenerek düşüncelerimi telef ettim. Öfkeyle oturduğum koltuktan kalktım ve odayı terk ettim.
Henüz neden en büyük koz olduğumu bilmiyordum. Fakat fazla yoktu; yalnızca on gün sonra, bu sözlerle neyi kastettiğini en acı şekilde öğrenecektim.
Merih sonunda Demre'nin yatağına uzanan yolu bulmuş belli ki ne diyelim yolun açık olsun paşam hdjdhjfjdhd Allaaah sen şimdi naneyi yemedin mi Dilan hemşire??? Sanırım sonraki iki bölüm en kaoslu bölümlerden olacak amaa ben daha fazla konuşmayıp susuyorum 🤫
Her şey için teşekkürler.
Azalmadan, çoğalarak 🫶🏻
Fiysa
Bana sosyal medyadan ulaşabilirsiniz:
İnstagram: monafesa
Twitter: monafesaa (Bunu yeni açtım tek başıma aylak aylak takılıyorum gelin de sohbet edelim hdjdhsh)
Yorumlar
Yorum Gönder