40

 



Selamlaarr yavrılarımm!!! 😔✋🏼(tatlılığınıza kahrolmuşum) Bu bölümde biraz Demre'nin yeni hayatına adapte olma çabasını okuyacağız. Ee bir anda kraliçe olmak kolay değiil 💅🏻 Aslında bölümün başında hem Merih'in hem de Bülent'in ağzından kısımlar vardı ama biraz fazla uzun ve karışık olacağından şimdilik oraları çıkardım. Merih efendinin neler yaşadığını bir sonraki bölümde okuyacaksınız artık 🤭 Not: Bülent babanın evi aşağıdadır. Şey, beni de hizmetçi olarak alır mı acaba cv nereye bırakılıyodu??? 🙏🏻✨


Neyse ben yine lafı uzattım. Yorumlarınızı ve oylarınızı benden esirgemezseniz çokk mutlu olurumm gerçi siz vakit ayırıyorsunuz ya ben her türlü mutlu oluyorumm. Şimdiden keyifli okumalaaarr ❤️‍🔥




40: ZIRHTAKİ KURŞUN İZLERİ





Bütün düğümlerin çözüleceği bir yerdeydim. Yine bir sapaktaydım; ama bu sefer son virajı alıyordum. Ya devrilecek, takla atacaktım; ya da duracak, başka bir yola sapacaktım.


"Demre?" Henüz birkaç adım atmışken, Merih'in sesiyle durdum; benimle birlikte, arkamdan gelen babam da durdu. İkimiz de dönüp, tüm endişesiyle kapı eşiğinde dikilen adama baktık. "Ne zaman geleceksin?"


Demek ben de böyle gözüküyordum.


Suratındaki kaygılar kadar duruşundaki gerginliği de fark edememek imkansızdı. Sık sık babama dokundurduğu gözlerindeyse, sadece yargılama vardı. 


Gülümsedim. "Sen beni bekleme, yat uyu. Geç gelirim ben."


Bakışlarında bir şeyler değişti; kendi sözlerini ona karşı silah gibi kullandığımı anlamıştı. Kendisini savunmak isteyen birisinin umarsızlığıyla dudaklarını araladı; ancak konuşacak imkan bulamamıştı çünkü beklememiştim.


Bahçenin içinden geçerek demir kapıdan dışarıya süzüldüm. Gece, koluna taktığı serin rüzgarlarla sokakları gezintiye çıkmıştı. Ağaçlar bu haşin esintilerin altında sarsılıyordu. Kara gölgeler gibi sokağın her tarafını istila etmiş olan adamları fark etmek, keyfimi kaçırmıştı. Resmen onlarca gözle ablukaya alınmıştık.


Balo günü babamın yanında duran o ufak tefek adam aniden kenardan belirerek, elini havaya kaldırdı. Hürmetin eğdiği boynuyla, arabayı gösterdi. Suratında içten bir gülümseme vardı. "Demre Hanım, buyurun."


Büyük bir adamın önümde böyle ram olmasını garipseyerek, siyah minibüse doğru yürüdüm. Yaklaşmamla arkaya kayan kapı, ufak bir odadan farksız şıklıktaki arabayı gözler önüne sermişti. Şaşkınlıktan, olduğum yere çivilendim. Loş ışıkla aydınlatılmış, birbirine dönük duran deri koltuklara baktım. 


Bir araba yolculuğundan alınabilecek her türlü keyif düşünülmüştü. Arkada duran ufak televizyon, kenara yerleştirilmiş içecekler; keza çeşitli dergiler bile vardı.


"Geçelim mi?" Babamın arkamdaki sesini duyunca kendime geldim. Omzumun üstünden ona kaçamak bir bakış attıktan sonra telaşla içeriye girdim. 


Cam kenarına oturduğum an, telefonumu yanıma almadığımı fark ettim ama böyle bir gerginlikte geri dönmeye de cesaret edemedim. Aferin kızım sana. Pencereden dışarıya bakınca demir kapının arkasında sessizce dikilen Merih'le karşılaştım. Gözlerindeki endişenin yalnızlığı, bana kendimi kötü hissettirdi; başka hiçbir duygudan iz yoktu. Sadece endişe vardı.


Yalnızca birkaç dakika önce öpüştüğümüzü ve neredeyse ona itirafta bulunmanın eşiğine vardığımı düşündükçe, utançtan yerin dibine girmek istedim. Önüme dönerek kadife perdenin arkasına saklandım. Ondan ayrılmak içimin kıyılmasına neden oluyordu belki; ama zedelenen gururum şu anda bu acıyı hissetmeme müsaade etmiyordu.


"Gidelim bakalım." Babam içeriye girerek yanıma oturdu; kokusu o kadar yoğundu ki sanki aramıza girmişti. 


Arkasından gelen ufak tefek adamla; ilk defa gördüğüm iri bir adam daha karşıma geçip oturmuştu. Siyah saçlı, koyu sakallıydı; ama bunlardan da öte dikkatimi çeken ilk detay, sağ elindeki işaret parmağının eksik oluşuydu. Diğerinden daha ketum bir tavrı vardı. Ufak adam gülümserken, iri olanın dudakları aşağıya kıvrılmıştı. İki surattaki tezatlık biraz gülünçtü.


Üçümüzün arasında sessiz, tuhaf bir bakışma yaşandı.


Sonra kapı, kararımdan vazgeçmemin artık imkansız olduğunu anlatırcasına yavaşça örtüldü. Babam arkasına yaslanarak rahat bir nefes koyverdi. Sanki üstünden bir yük kalkmıştı. Başını hafifçe geriye yaslamıştı; dümdüz karşısına bakıyordu. "Evimize gidelim."


Sesindeki umudu duymak, beni umutsuzluğa sürükledi. 


Arkama yaslandım ve mezarı andıran bir sessizliğe gömüldüm. Araba yola koyularak beni evimden uzaklaştırırken, kendimi tutamayıp tekrar pencereden dışarıyı yokladım. Merih'i arabanın arkasından gelerek yola çıkarken gördüm; ama saniyeler içinde köşeyi döndüğümüz için görüş açımdan ayrılmıştı.


Boğucu bir hissiyatın olduğu arabaya geri dönerek, kollarımı kendime sardım. Nereye gidiyorduk; hiçbir fikir yürütemiyordum. Nasıl bir evle karşılaşacaktım; aklımda hiçbir imge belirmiyordu.


Göz ucuyla yanımda oturan adamı, babamı, süzdüm. Üstündeki siyah takım elbiseyi, yakası açık gömleğini; bacağının üstüne koyduğu elini ve parmağındaki altın yüzüğü inceledim usulca. Kaşlarım çatıldı. Kimseye sezdiremeyecek bir yavaşlıkla öne kaykılarak, yüzüğün üstündeki simgeyi daha yakından görmeye çalıştım.


Ama göremedim. 


Çünkü tam bu esnada elini savurgan bir tavırla kaldırmış, kenarda duran içecekleri göstermişti. Ufak adam, bu buyurgan hareketi görür görmez hızlıca doğrulmuştu. Çatık kaşlarla, sodalardan birisini açışını ve cam bardaklardan birisine itinayla servis yapışını izledim.


Konuşma gereksinimi bile duymamıştı. Resmen kelimesiz emirlerle adamları istediği gibi harekete geçirebiliyordu. İnsanı afallatan bir hâkimiyet ve beceriydi; ama biraz da sinir bozucuydu.


Kendimi tutamadım. Sessiz yadırgamamı, kelimelerle buluşturdum. "Rica bile edemiyor musun?"


Elindeki sodayı büyük bir şevkle patronuna uzatan adam da; sessizce elinden alan babam da duraksayarak bana bakmıştı. Sadakatlerini yadırgayan bir çift gözle karşılaşmak, üçüne de tuhaf gelmişti belli ki.


Babam, bardağıyla birlikte geri arkasına yaslanırken tüm bedeniyle bana döndü. Bakışlarına nedenini anlayamadığım bir sevinç bulaşmıştı. Belli belirsiz gülümseyen dudaklarına bardağı yaklaştırdı. "Zaten rica ettim."


Karşımdaki adam oturuşunu düzeltti. Mahcubiyetten bükülmüştü. "Başımın üstüne, baba."


Emrine amade olduğu adama baba diye hitap ettiğini duymak oldukça tuhaftı. Ama daha çok da irite ediciydi. Fakat benim dışımda kimsenin bu hitabı garipsediği de yoktu; aralarında devamlı olarak kullandıkları bir zamirdi belli ki.


Ben de babama dönerek, ilgiyle suratımda gezinen gözlerine meydan okudum. "Bizim dışımızda herkesin babası olmuşsun bakıyorum da. İki küçük çocuğa babalık yapamayıp koca adamlara yapmak nasıl bir his?"


İki adamın da gözleri irileşti; patronlarına yapılan bu terbiyesizliğe zar zor müsamaha gösterdikleri belliydi.


Babam yavaşça bardağı dudaklarından ayırdı; suratında hiç beklemediğim bir anlayış ve şefkat belirmişti. Ama hoşgörüyle dolu bu duygular beni daha da sinirlendirmişti. "Anadolu insanının hürmet göstermek için kullandığı, içten bir tabir sadece."


Buz gibi bir sesle, "Çok dokunaklıymış." diyerek, gözlerimi kaçırdım. Bana babam gibi baktığı her an kendimi kapana kısılmış hissetmeme neden oluyordu.


"Bu arada," Eliyle karşımdaki adamı göstermesi üzerine, tekrar ufak tefek olanla göz göze geldim. Az önceki saldırıma rağmen hâlâ ağırbaşlılıkla gülümseyebiliyordu. "Sessiz ricalarımı bile duyabilen adamlarım, sırdaşlarım; ufak Ömer'le..." Elini yana kaydırarak bu sefer de diğerini takdim etti. "Koca Ömer." Sesinde, beni kıskandırabilecek bir sevgi dirilmişti. "Ömerlerim diyorum ben bunlara. Böyle efendi durduklarına bakma, ikisi de aslan gibidir."


Ona şüphe yok zaten.


İkisi de başını eğerek beni selamlayınca ben de karşılık verdim. Babamın ikisini de ne denli sevdiğini anlamak çok da zor değildi. Bizimle birlikte aynı araçta gelmeleri bile aslında bu bağlılığın bir kanıtıydı. Aralarındaki sadakat, kelimesiz ricaları taşıyabilecek kadar sağlamdı belli ki.


Pencereden dışarıya dönerek geceyi izlemeye koyuldum ve yol boyunca bir daha da hiç konuşmadım.


Sonunda araba hiç bilmediğim bir semtte durduğunda kalbim de beraberinde kasıldı. Merakımı kimseye sezdirmemeye çalışarak, dışarıdaki karanlığı süzdüm; ancak yüksek duvarlardan başka hiçbir şey göremedim. Sabırla arkama yaslanarak, beklemeye koyuldum; babamın aşırı ilgili gözüktüğümü düşünmesini istememiştim. 


Gitgide yavaşlayan araba, toprak yoldan geçerek devasa bir demir kapıdan içeriye girdi. Biraz daha gittikten sonra da tamamen durdu. Kapı aniden yana kayarak soğuk havayı içeriye davet etti. Çabucak dışarıya atlayan Ömerler her zamanki yerini alır gibi arabanın iki yanında beklemeye koyulmuştu.


Babam cesaret verircesine gülümsedikten sonra yavaşça arabadan indi. Döndü, elini bana doğru uzattı. Gülümsemesi artık anlam kazanmıştı. "Evine hoş geldin."


Evine.


Hiç kımıldayamadan bana uzatılan ele baktım. Evine. Ağır bir yük gibi hissederek oturduğum yerden kalktım. Dokunuşum tereddütlü olsa da elini tutarak, davetini karşılıksız bırakmamıştım. Bendeki gevşek tutuşun aksine o, sımsıkı kavramıştı; öyle ki aşağıya indiğimde bile bırakmayacak gibiydi.


Ama ben çekince tutmakta ısrar etmedi.


Hiçbir şey keyfini kaçıramazmış gibi gülümseyerek, elini havaya kaldırdı ve bana evini takdim etti. "Hoş geldin."


Birkaç adımla minibüsün arkasından çıktığım an, nutkum tutuldu. Sırtını ormana yaslamış iki katlı evin, tam ortaya konumlandığı geniş bir bahçedeydim. Büyük bir yuvarlaktan oluşan taş yolun göbeğine, çiçeklerle süslemeler yapılmış; keza evin çevresi yeşilin tüm tonlarıyla da renklendirilmişti.


Tek başına bu kadar büyük bir evde mi yaşıyordu?


Babamın bu kadar yüksek bir refaha sahip oluşu, hazmetmesi zor bir durumdu. Kimsenin umrunda olmayan Cemre ile ben senelerce köhne otel odalarında sürünmüşken, onun burada adeta burjuva hayatı yaşamış olması sindirebilir gibi değildi.


"İçeri geçelim mi?" Hevesli sesini duyunca zihnimden koparıldım. Başımı sallayarak bana önderlik etmesine izin vermiştim. Heyecanlı heyecanlı konuşurken, sessizce dinliyordum. "Bahçeyi sabah aydınlığında gezersin, önce içeriyi gezdireyim sana." 


Eve uzanan taş patikaya girdiğimiz esnada, ansızın açılan büyük kapı bir avuç insanı dışarıya döktü. Yan yana dizilerek ellerini önünde kavuşturan hizmetliler, azımsanamayacak bir heyecanla gülümseyerek bizi beklemeye başlamıştı.


Babamın, "Bunlar da benim sevgili çalışanlarım," dediğini duyunca suratlardaki gülümsemeler daha da genişledi. İki kadından ve iki erkekten oluşan bu ufak güruh, hafifçe eğilerek bana selam vermişti.


En öndeki yaşlı ama dinç olan uşak, takdir edilesi bir zarafetle hafifçe eğilerek, "Evinize hoş geldiniz. Sizi aramızda görmek çok güzel, Demre Hanım." demişti. İçlerindeki yüksek yetkisi, diğerinin sesi oluşundan bile belliydi.


"Teşekkür ederim." Yanında duran kadınlara baktım merakla. Göğsümde tuhaf bir his filizlenmişti; sanki karşımdakiler yabancı simalar değildi de konaktaki kızların yaş almış hâlleriydi.


Yalnızca birkaç hafta önce durduğum yer orasıydı; burası değildi. Eğik başlarla karşılandığım yerse, hiç değildi.


Babamı geride bırakarak kadınların yanına gittim. Gülümseyerek, sarışın olana elimi uzattım. "Tanıştığıma çok memnun oldum, Demre ben."


Sanki etrafımızı bir şaşkınlık kasıp kavruldu. Yaşlı adam adeta şok içinde durduğu yerde kımıldandı; tüm vücuduyla bize dönmüştü. Karşımdaki kadın sanki kendisine bıçak uzatmışım edasıyla, havadaki elime bakakalmıştı.


Yanındaki kadın sabırla bekleyen elimi kavradı birden. Arkadaşını toplamak için atılgan davranmıştı. Elimi, iki elinin arasına hapsederek minnetle gülümsedi. "Hülya ben. Sizinle tanışmak bizim için bir onur, Demre Hanım. Bülent Bey'in kızından da aksi düşünülemezdi zaten. Tıpkı babanıza benzer bir inceliğiniz ve içtenliğiniz var."


Babama atfettiği sıfatlar beni şaşırtmıştı ama bozuntuya vermemiştim. Gülümseyerek, tekrar yanındaki kadına elimi uzattım. Bedenindeki donukluk çözülmüştü; bu sefer hızlıca tutmuştu. "Jülide ben de."


Yanındaki esmer adama geçerek tekrar gülümsedim. Üstünden atamadığı şaşkınlıkla bir anlığına elime baktı; ardından silkelenerek, hızlıca tokalaştı. Heyecandan kelimeleri birbirine binmişti. "Hoş geldiniz, Demre Hanım. Jülide'nin kocasıyım ben, Reşat derler bana. Senelerdir burada yaşıyoruz, Bülent abi sağ olsun bize hep sahip çıktı. Ne yapsak hakkını ödeyemeyiz. Biz aslen Azerbaycan'lıyız ama burası da bizim memleket sayılır tabii, iki devlet tek millet sonuçta..."


Yanındaki kadın dirseğiyle sertçe dürtünce sustu; gevezelik yaptığını düşünerek masum bir mahcubiyetle elini geri çekti.


"Doğru diyorsunuz." dedim, gerginliği dağıtmak için gülerek. "Ne güzel, hep gitmek istemişimdir oralara..."


En sonunda yaşlı adama yönelmiş, elimi ona uzatmıştım. Diğerlerine nazaran hazırlıklıydı; güçlü bie tutuşla benimle tokalaşmıştı. Fakat yine de alışık olmadığı bir tanışma ânı yaşadığı belliydi. Hafif hafif kımıldanıyordu. "Evinize hoş geldiniz, Demre Hanım. Bana Mehmet diyebilirsiniz. Sizi burada görmek mutluluk verici."


"Kemik kadromla da tanıştığına göre," Arkamdan gelen babam beni yönlendirmek için elini sırtıma doğru tuttu ama dokunmadı; temas etmekten çekindiği belliydi. "Hadi gel, içeriye girelim."


Reşat abinin tuttuğu kapıdan içeriye girecekken, babamın ayakkabılarını çıkardığını görünce duraksadım. Konakta buna o kadar alışmıştım ki, böylesine lüks bir eve girerken ayakkabıyı eşikte bırakıyor olmak bana aykırı bile hissettirmişti. Ama yine de tereddüt etmemiş, çabucak çıkarmıştım.


Hülya ablanın deneyimli bir hızla önümüze bıraktığı terlikleri giydim. Gülümseyerek ettiğim teşekkür, bir süre içerdeki tek ses olmuştu.


Henüz yeni içeriye girdiğimizde Ömerlerin de arkamızdan geldiğini gördüm. Herkes suratında apaçık bir merak ve heyecan taşıyordu; keza ilk defa böyle bir an yaşamanın afallaması da vardı. Peşimizden gelen ufak güruhla birlikte, geniş koridorun tam ortasında durduk.


Açık renk duvarlardaki tablolara, yerdeki dokuma halıya; basamakları aşağıya indikçe genişleyen merdivene ve tırabzanın iki ucuna konulmuş sütunlardaki kuş heykellerine baktım. Ne kadar göz alıcı olsalar da; bana balo gecesini anımsatmıştı bu figürler.


"Aziz'in ev hediyesi bunlar," demişti babam, heykellere baktığımı görünce. "Yıllar önce vermişti." Keyifsizce güldü birden. "İçlerine kamera koymadığından eminiz, merak etme."


Çalışanlardan kısık gülüşmeler yükseldi. Böyle tüyler ürpertici ihtimalleri kanıksadıkları o kadar belliydi ki, kimsenin yadırgadığı yoktu. Belli ki cemiyetin karanlık yüzünü de epey benimsemişlerdi; böyle detaylara rahatça gülebiliyorlardı.


"Burası salon." Arkadaki açık kapıya yürüyerek bizi de peşinden sürükledi.


Boydan bir penceresi olan, yüksek tavanlı bir odaydı burası. Birbirine dönük hâlde üç kadife koltuk, aralarında büyük bir sehpa ve pencerenin önündeyse yuvarlak yemek masası vardı. Tüm mobilyalar kahve tonlarındaydı; etrafa göz yormayan biblolar ve bitkiler konulmuştu. Ne fazla gösterişliydi ne de fazla sönüktü.


Babam salondan geri çıkarak kapının önüne yığılmış olan çalışanlarının arasından geçti. Onların bu hâline artık çok alışmıştı belli ki; ne rahatsızlık duyuyordu yoluna çıkmalarından ne de anlamsızca geriliyordu.


Tan'ın peşinde şöyle gezinseydik, hepimiz ciddi bir azar yerdik.


"Burası lavabo, hemen yanı oturma odası, karşısı da mutfak," Teker teker kapılarını açarak hepsini sergiledi. Boydan bir penceresi olan, aydınlık mutfağı gösterirken konuşmasına da devam etti. "Baş aşçımız şu anda evde değil, birkaç günlüğüne memleketine gitti. Geldiğinde onunla da görüşürsün, hatta hasret giderirsin."


Hasret giderirsin mi?


Ne demek istediğini anlayamamıştım, kaşlarımı çattım. Ama açıklama yapmak gibi bir gayesi de yoktu; arkasını dönerek merdivenlere yürümeye başlayınca telaşla peşinden sürüklendim. Tırabzanın üstünden kayan eli tekrar gözüme takıldı; parmağındaki altın yüzük ışığın altında parıldıyordu.


Şüphesiz, bu da cemiyeti simgeleyen bir yüzüktü. Hatta tıpkı Tan'ın parmağındakini andırıyordu. Ama üstündeki sembol neydi? Geyik olmadığına emindim; aynı cemiyetin mensupları olsalar da, kendi içlerinde farklı merciilere sahiplerdi. Yüzük ortak bir semboldü belki; ama üstünde taşıdıkları figürler değildi.


Yukarıya çıktığımızda sola saparak odalarla dolu, geniş koridorda ilerledi. Önündeki ilk kapıya uzanmış, hevesle aralamıştı. "Burası Julide ve Raşit'in odası," İçeriye girmeyerek kapıyı açık bıraktı, ardından hemen karşısındakine yöneldi. "Burası da Hülya'nın odası, onun yanı Mehmet'in odası..."


Diğer odaya yürüyecekken, sözünü kestim. "Sanki burada yaşayacakmışım gibi bütün evi gezdirmene gerek yok."


Adımları yavaşlayarak durdu; kapıya uzanan eli havada asılı kaldı, sonra yavaşça indi. Arkamdaki kalabalıkta huzursuz kımıldanmalar yaşandı. Heyecanın rehavetine kapılarak gevşeyen tüm eller, tekrar önlerde kavuşmuştu. Sanki söylediklerim beni yabancı bir misafir yapmış; az önceki samimi tanışmayla öldürdüğümüz disiplini geri diriltmişti.


Sebep olduğum ciddiyet beni biraz kötü hissettirdi.


"Birkaç gün kalacaksın ama değil mi?" Babamın bariz bir umutla bana baktığını görünce kasıldım. Bilmiyordum. Ama kararsız sessizliğim onu yıldırmamıştı; hâlâ hevesliydi. "Haklısın, bütün evi gezdirmek zaman kaybı. Ben en iyisi sana kendi odanı göstereyim."


Bu sefer de koridorun öteki tarafına doğru yürümeye başladı. Jülide ablanın cesaret verircesine gülümseyerek başını salladığını gördüm ve babamın arkasından gittim. Şaşkın şaşkın, "Kendi odam mı?" diye mırıldanmıştım.


Evde bana ait bir yerin olması hiç beklenmedik bir sürprizdi; bozguna uğratmıştı beni.


"Evet, kendi odan." dedi, koridorun ucundaki kapının önünde durarak. Yavaşça aralamış, ellerini önünde kavuşturarak beklemeye başlamıştı. Yoğun bir duyguyla, kendisine yaklaşmamı izliyordu. "Bir gün bu ânı yaşayacağımı düşünerek yaptırmamıştım bu odayı ama işte, yaşıyorum. Hayat ne garip."


Karşısında durduğum için, fısıltıyla söylediği son cümleyi duyabilmiştim. Evet, gerçekten garip. Zar zor gözlerinden koparak, aralıktan odamın içini inceledim ama yerimden kımıldamamıştım. Pencerenin önündeki yatağa, üstündeki saten çarşafa ve içeriye renk katan, duvardaki eşsiz manzara resmine baktım.


"İki günde dolabını yeni kıyafetlerle doldurdum, ihtiyacın olan her şey var ama başka istediklerin de varsa alabiliriz tabii. İçerde sana özel bir banyo da var, her şeyi hazır." Ağzından çıkan her kelimeyle birlikte şaşkınlığım katlanarak arttı. En ince detaya kadar düşünmüş olması afallatıcıydı. 


Yavaşça gerilediğinde, ilgim tekrar babama kaydı. Hiçbir yorumda bulunmamış olmam onu gücendirmemişti. Hemen yan odada durarak kapısını gösterdi.


Konuşmadan önce birkaç defa yutkundu. "Burası da Cemre..."


"Sus." Tüylerim dikeldi birden; tenimden aşağı akan ürperti, sanki içimdeki ruhu da beraberinde sürüklemişti. Bir şeylerden eksildiğimi hissettim; ilginçti, belki de ölmek böyle bir histi. 


Sanki kısacık bir an ölümü tatmıştım.


"Utanmadan ona oda mı yaptın bir de?" Birden bütün dünyam bulanıklaştı; yaşlar gözlerime battı. "Yaşarken şu imkanı ona sunmadıktan sonra şimdi yapmanın ne anlamı var?"


Gözlerinde, benim bile canımı yakan bir acı zuhur etti. Dudakları çaresizce aralandı; ama tek bir avuntu bile çıkamadı. Çalışanların, yas dolu bir suskunlukla başlarını eğdiğini görünce kendimi daha da berbat hissettim.


Biliyordu tabii ki, hepsi biliyordu.


Buraya sakince konuşmak için gelmiştim; hatta kendimi duyacağım her şeye de hazırlamıştım. Ama evin içinde bir yerlerde Cemre'nin odasını bulmak, resmen hiç ummadığım bir yerden darbe yememe neden olmuştu.


Böyle bir odada yaşayabilme ihtimali varken, rutubetli bir otel odasında büyümesi ve ölmesi haksızlıktı. 


Birden içimde müthiş bir öfke kabardı. 


Hışımla yürüyerek önünde durduğu odaya daldım; kapıyı o kadar sert açmıştım ki savrularak duvara çarpmıştı. "Sen bilmezsin şimdi baba, ben sana anlatayım kızını. Artık öldüğü için tanışamazsın da," Yatağa doğru atılarak üstündeki pembe, ipek yorganı çekiştirip yere fırlattım. Yastığı aldım ve kılıfını söktüm. "Cemre böyle saten çarşafların içinde uyuyamaz, kaygan kumaşları hiç sevmez! Hem zaten biz ne bilelim satenmiş ipekmiş? Naylon gibi kumaşların içinde uyumaya alıştık biz."


Yastığı öfkeyle yere fırlatınca odaya giren babam yanıma gelemeden duraksadı ve ızdırap içinde bana baktı. Eşikte dikilen çalışanlarda bile aynı duygunun emsalleri vardı.


"Cemre çok hareketli uyur baba," Birden komodinin üstündeki ufak vazoyu kaparak duvara fırlattım. Dört bir yana dağılan cam parçaları, sağanak misali odanın içine yağdı. Kopan gümbürtüye, kadınların çığlığı karışmıştı. "Yatağının kenarına hiçbir şey koymayız biz. Bir bakmışsın gece devirmiş, böyle etrafa saçmış her şeyi."


Parçalanan vazo herkesi irkiltmiş, geriletmişti; ama babamın istifi hiç bozulmamıştı. Çıkan gürültü, gözünü kırpmasına bile sebep olamamıştı. Korkusuzluk timsali gibi, öylece dikiliyordu.


Neden hiçbir şey söylemiyordu? Neden kendisini savunmuyordu?


Sessiz kelimeleri, gürültülü bakışları; birden hepsi katlanılmaz bir hâl aldı. Odadaki suskunlukla mücadele eden tek sesin benim hıçkırıklarım olması, büyük haksızlıktı. Öfkeyle yanından geçerek, kapıya yürüdüm.


Kolumdan tutmak istedi. "Ayağına cam batacak şimdi..."


"Bırak batsın!" Hışımla silkelenerek dokunuşundan kaçtım. "On yedi yıl sonra hayatıma girip ayağıma cam batmasından korkamazsın. İkiyüzlülük senin bu yaptığın."


Artık onun da gözleri dolmuştu. "Demre..."


"Annemin bizi kapısından içeri sokmadığı o ev var ya, senelerce o kapıya attığım her adım zaten ayağıma cam batıyormuş gibi hissettirdi bana. Hiçbir farkı yoktu baba! O yüzden on yedi yıl sonra korkamazsın bundan..." Ağlamam o kadar şiddetlenmişti ki, konuşmak artık bir eziyet olmuştu. "Kardeşimin tabutunu tek başıma omzumda taşıdım ya ben, işte o yolda attığım her adımda camlar battı benim ayağıma zaten baba. İlk defa yaşamayacağım yani bunu ben. O yüzden bırak, tekrar batsın!"


Kaçarcasına odadan çıkarken tekrar durdurmaya kalkışmadı. Rüzgarımla birlikte geriye kaçılan çalışanları yardım; ağlayarak koridorda yürümeye başladım. 


Çıkıp gitmek, uzaklaşmak istiyordum buradan.


Ama sonra gerçekliğe toslayarak durdum. Kaçmanın hiçbir anlamı yoktu. Ondan uzaklaşmak için attığım tüm adımlar birdenbire bütün inancını yitirdi. Kaçarak nereye varacaktım ki? Buraya gelmemin amacı zaten onunla yüzleşmekti. Ertelemenin, kızıp uzaklaşmanın hiçbir anlamı yoktu.


Koridorda dikilerek ağladığım süre zarfı boyunca hiçbir hareketlilik olmadı. Sırtıma binen onca bakışın altında, sadece küçülmek istedim. İlk defa tanıştığım insanların önünde hıçkırarak ağlamak bana kendimi zayıf hissettirmişti. Ellerimle yüzümü örttüm ve hislerimi yenmeye çalıştım.


"Demre," Babamın sesini duyunca başımı geri kaldırdım, elimin tersiyle yanaklarımı sildim. "Lütfen gitme."


Tekrar başımı eğerek, acıyla yüzümü örttüm. Boğazımdan yukarıya tırmanan hıçkırığı bastırabilmek için nefeslerimi tutmuştum.


Sesi artık daha yakınımdaydı. "Lütfen benimle kal."


Hoyratça yanaklarımı tekrar sildim, arkamı döndüm. Gerçekten de onu birkaç adım ötemde bulmuştum. Ama artık o da ağlıyordu. Yanaklarına devrilen her gözyaşı, zırh gibi üstünde taşıdığı güce inen bir kurşun gibiydi. 


Yalnızca iki gün önce Aziz'in evinde kasırgalar estiren gaddar adam o değildi sanki. Elini bile titretmeden kendisine insan öldürtebilen şahsiyetinden tamamen sıyrılmış gibiydi.


Zar zor sesime kavuşarak, konuştum. "Her şeyi anlatacak mısın bana?"


"Anlatacağım." Hiç tereddüt etmemişti. Ucunda dikildiğimiz merdivenleri gösterdi. "Gel hadi, aşağıya inip oturalım. Her şeyi anlatacağım sana."


Sesinde o kadar dinlenilmeyi isteyen bir ısrar mevcuttu ki, bana sunacağı nedenlere şimdiden ikna olmak istedim. Merdivenlerden inmeye koyulduğumda, tüm bedenimi ona karşı duyduğum güven açlığı istila etmişti. Öyle bir açlıktı ki bu, ilkel hissettiren bir yanı vardı.


Böyle bir yokluğu affedebilmek mümkün müydü? Yoksa kendimi bu açlıkla yaşamaya alıştırmam mı gerekiyordu? Hiçbir fikrim yoktu; zihnim büsbütün durmuştu.


Aşağıya inerek, babamın yönlendirmesiyle salona yürüdüm. Tam bu esnada Hülya ablanın sesi dikkatimi dağıttı. Tüm çalışanlar etrafa dağılarak, işlerine kaçışmıştı. "Bülent Bey, size her zamankinden getiriyorum. Demre Hanım size de sıcak bir papatya çayı yapmamı ister misiniz?"


Tam da kızların soracağı türden bir soruydu bu.


Nedense içimde gülme isteği uyandırmıştı; ama yalnızca birkaç saniye önce hıçkırarak ağlayan birisi için bunun biraz marazi duracağı fark ederek, gülmedim. "Olur, teşekkürler."


Kızlar yanımda olsaydı kesin alay ederlerdi.


Tekrar salona girerek kahverengi koltuklara doğru yürüdük. Aramızda resmen çağlayan bir sessizlik vardı; tüm şiddetiyle akıp giden boğucu bir ırmaktan farksızdı. Kimse konuşmadıkça ikimizi de içinde sürükleyip götürecek gibiydi.


Koltuğun kıyısına oturarak, son kez yanaklarımı sildim. Burnumu çekerek saçlarımı yatıştırdım. Kaçamak bakışlarla, çaprazımdaki koltuğa yerleşen babamı izliyordum.


Saçlarındaki kırçıllara rağmen hâlâ çok genç duruyordu. İstediği zaman, yumuşak yüzüne yakışan o iyimserliği kusursuzca kuşanabiliyordu ve böyleyken tıpkı eski hâline benziyordu; fakat bu cemiyettekilere gösterdiği katılığa epey tezattı. Belki de sırf bu yüzden, özüne dönmesi kolay oluyordu.


Arkasına yaslanarak kolunu koltuğa koydu; parmağındaki altın yüzük adeta bana göz kırpmıştı. Ama hâlâ üstündeki simgeyi seçemeyeceğim kadar uzaktaydı. Birden, "İstediği sorabilirsin." diyerek zihnimi susturdu.


Tam bu esnada salonun kapısı tekrar açıldı ve Hülya abla elindeki tepsiyle yanımıza geldi. Teker teker fincanları sehpaya koydu. Ardından gülümseyerek odadan geri çıktı; adımları bir an önce bizi yalnız bırakmayı amaçlar gibi telaşlıydı. 


Babam, öne kaykılarak fincana uzandı. Çayı içinde yüzen ufak çiçekle birlikte usulca karıştırırken, sözünü yinelemişti. "İstediğini sorabilirsin."


Onun aksine ben çayın demlenmesini beklediğim için yerimden kımıldamamıştım. Fincanın üstünde tüten ince dumanı izlerken, parmaklarımı birbirine kenetledim. Uzun bir gece olacağını fark etmiş, şimdiden yorgunluğunu sezmiştim.


"Kimsin sen?" diye sordum, tüm çıplaklığıyla. "Bana babamı değil, Bülent Eroğlu'nu anlat. Çünkü benim tanımadığım kişi babam değil. Kimsiniz siz? Cemiyetin amacı ne?"


Kaşığı tabağın kenarına bırakarak, fincanı eline aldı. Dudaklarına götürürken, belli belirsiz gülümsemişti. "Konuşan dilsizleriz, yaşayan ölüleriz diyelim."


"Baba," Gözlerimi devirmemek için kendimi çok zor tuttum. "Bana cemiyetin dilinde konuşma. Ayrıca bu bilmediğim bir şey de değil. Yeter artık, ben bir kere de sorduğum soruya dosdoğru, dolambaçsız cevap almak istiyorum. Sıkıldım etrafımdaki herkesin şu gizemli tavırlarından." Öfkeyle kollarımı birbirine doladım. "Merih'i hiç aratmıyorsun valla!"


Nedense onun ismini duyunca gerilmişti. Ufak bir yudum aldığı fincanı dudaklarından ayırdı, artık gülümsemiyordu. Birden konuyu bambaşka tarafa çekerek, zekasıyla beni şaşırttı. "Merih denen şu herif, senden sık sık bir şeyler gizliyor mu böyle?"


Dosdoğru ismini söylemek yerine Merih denen şu herif diye bahsetmesi beni afallatmıştı. En sonki araba olayından sonra kocam olduğunu söyleyerek nispeten ortamı yumuşatmıştım çünkü. Ama şimdi her nedense, aralarındaki husumet iyice harlanmış gibi konuşuyordu.


Sorduğu soruyu duymazdan gelmeye karar vermiştim. Ona karşı biraz daha kin beslemesini göze alamazdım. "Herif dediğin kişi benim kocam, baba. Merih çok..." Güvenilir bir koca demeye henüz dilim varamıyordu. "İyi bir koca."


"Kocan olacak adam dangalağın teki." dedi birden, tüm haşinliğiyle. Huysuzlanarak kaşlarımı çattım. Çayından ufak bir yudum daha alacak kadar susmuştu. "Soğukkanlılıktan yoksun, fevri bir adam. Sonunu hesaba katmadan hareket ediyor, toyluklar yapıyor." Aldırışsızca omzunu silkti. "Ama sesi çok çıkanın zararı da az olur, o yüzden bana bir tehlike arz etmiyor. Seni incitmediği müddetçe tabii."


Son cümleyle şekillenen ses tonu, ürkütücü derecede tehditkar olmuştu. Kendimi birden, ona atfettiği ithamları aklamaya uğraşırken buldum. "Yani evet, Merih bazen sinirlenince fevri olabiliyor. Ama aslında hep böyle değildir. Çok soğukkanlı olduğu zamanlar da var..."


Zihnime bazı anlar dolmuştu. Mercan'ın gözlerimizin önünde asıldığı dehşet dolu saniyelerde Merih korkunç bir soğukkanlılıkla kuşanmıştı. Zaten Oğuz'a yakalanmamızı engelleyen tek sebep de bu olmuştu. Keza arabayla yamaçtan yuvarlandığımız anlarda beni tutarken de aynı sakinliğe sahipti. Gerçi arabadan çıktıktan sonra aniden celallenerek Tan'dan hesap sormaya kalkışmıştı, evet; fakat her nasılsa, çabucak da sakinleşebilmişti. Tıpkı babamın tekerleklerini patlatıp hırpalandıktan sonra, eve dönüş yolunda acı çekmesine rağmen kolayca durulabilmesi gibiydi; istediği zaman gayet de soğukkanlı davranabiliyordu.


Bazen bu adamı anlaması çok güçtü.


"Kocana toz konduramıyorsun, anladık onu." Babamın gülen sesiyle kendi zihnimden sıyrıldım. Elindeki fincanı geri tabağa koyarak, birden ayaklandı. Ahşap konsola yürüyüp üstündeki tavla kutusunu koluna kıstırdı.


"Cemiyetin kim olduğu sorusuna gelirsek," Geri koltuğa oturarak kutuyu açtı, içinden aldığı üç siyah taşı sehpanın üstüne yan yana dizdi. Her koyuşunda da bir soyad söyledi. "Şahoğlu, Hürkan ve Eroğlu. Cemiyetin temeli bu üç soyadla inşaa edildi. Bu zamana kadar da bizim sayemizde buralara geldi diyebiliriz."


Şok içinde öne kaykıldım; az önce konuşulanları büsbütün unutmuştum. "Nasıl yani? Eroğlu derken..."


Taşın üstüne parmağını koydu.


"Eroğlu, yani biz. Bizim kulvarımız kuyumculuk," Parmağını yanındaki taşa kaydırdı. "Hürkan ailesinin gazinoculuk," Ve sonuncu taşa geçti. "Şahoğlu ailesinin de kitapçılık."


Düşündükçe her parça yerine oturuyordu. Yoldaşlık Kitabevi bile buraya dayanıyordu resmen; Tan Şahoğlu'yla ilk defa orada karşılaşmamın nedeni de zaten buydu. Onun kitabeviydi. Mustafa abi başından beri bu zincirin önemsiz ve telef edilebilir bir halkasıydı sadece. Sırf bu yüzden, yaptığı bir hatadan ötürü kolayca öldürülebilmişti.


Duygularımdan arınarak, konuşmaya odaklanmaya çalıştım. "Neden böyle kulvarlara ayrıldınız peki?" 


"Şirinler yöntemi deniyor buna." Yan yana duran üç siyah taşı birbirinden ayırdı. "Küçük parçalara bölünürsün ki şüphe çekmeyesin. Böylece yasadışı yollarla elde ettiğin kazancı finans sistemine sokarsın. Yani tüm bunlar, kara paraların aklanmasını sağlayan işletme zincirleri. Hepsi birbirine bağlı." Dosdoğru gözlerimin içine bakıyordu artık. "Babam, yani senin de deden, meşhur bir kuyumcuydu. Sen dedeni hiç görmedin tabii, tanımaman normal. Diğer ikisi gibi o da cemiyetin kurucularından birisiydi. İlk Büyükler de deniyor bu üç adama."


"İlk Büyükler!" Hayret içinde arkama yaslandım. O kadar şaşkındım ki, kendi kendime söylendiğimin farkında bile değildim. "Konakta eski bir tabloda görmüştüm onları. İçinde bir sürü insanın olduğu siyah beyaz bir fotoğraftı. Yani o insanlardan biri benim dedem miydi?"


Kadehleri havaya kaldırarak kameraya bakan adamların silüetini hatırlamaya çalıştım ama pek de başarılı olamadım. Karede o kadar çok yabancı sima vardı ki, hiçbiri zihnimde yer edinememişti. 


Babam başını sallayarak sözlerimi onayladı. "Evet, hatta o fotoğrafta ben de varım. Babamın hemen önündeyim."


Resmen ağzım açık kalmıştı. Aylardır babam gözümün önündeydi; önünden geçip gittiğim tablonun içindeydi ama benim haberim bile yoktu. Karmakarışık bir zihinle kaşlarımı çattım; haftalar önce Aziz'in konağı ziyaret ettiği ve herkesin içinde beni oğluna istediği o tuhaf gün, tekrar gözümün önüne gelmişti. 


Birlikte tabloya bakarken, Mirza'nın söyledikleri kulaklarımda çınladı. En ön sırada duran ufak bir oğlanın üstüne parmağını bastırmış ve suratında imalı bir sırıtışla, "Bunun kim olduğunu hiç bilmiyorum ama." demişti.


"Başında beri biliyordu şerefsiz!" Babam ne dediğimi anlayamayarak kaşlarını kaldırdı. "Aziz de biliyordu. Beni oğluyla evlendirmek istemesinin asıl nedeni de buydu!" Bu kadar geç kalmanın öfkesiyle alnıma vurdum. "Neden daha önce öğrenemedim ki ben bunu? Aptalca bir şey yapabilirdim. Merih tam zamanında bana evlenme teklifi etmiş olmasaydı, kim bilir neler olurdu?"


Bu çarpıcı ihtimalle tüylerim ürperdi; o zamanlar Hürkan soyadını almak hiç de mantıksız gelmemişti. Kim olduklarını bilmezken cezbedici vaatleri vardı bu evliliğin belki; ama şimdi düşününce, hayatımı karartmaktan başka bir şey de değildi.


"Bir dakika, bir dakika..." Feleği şaşmış bir hâlde doğrulunca elindeki taşlar yere düştü; fakat almaya çalışmadı. Tüm bedenini tesiri altına alan bir hiddetin eşiğindeydi. "Ne dedin az önce sen? Aziz seni oğluyla mı evlendirmeye çalıştı?"


Kendime kızacak kadar sustum. Elbet bu olaydan bahsedecektim ancak bu şekilde öğrenmesi pek hoş olmamıştı. "Evet ama..."


Aldığı yanıt yeteri kadar açıklayıcı değildi. "Bildiğimiz Mirza'yla evlendirmeye çalıştı yani, öyle mi?"


"Evet baba ama..."


"Vay şerefsizler, vay!" Birden hışımla ayaklandı, elinde kalan taşları hınçla koltuğa fırlattı. Resmen gözleri kararmıştı; bir adım ötesini bile göremiyordu. "Meğer hiç haberim yokmuş da arkamdan onuruma saldırıyorlarmış. Yüzüme karşı gelemeyecekleri için arkamdan sokuluyorlar tabii. Ama ben ne yapacağımı çok iyi biliyorum."


Gitgide harlanan bir alevden farksızdı; birden ileri atılarak kapıya yürüdü. Hayır. Panikle koşarak koluna asıldım, zar zor da olsa durdurdum. "Baba, bir dakika sakin olur musun?"


Kendisini durdurmama sinirlenmişti. Sitemkâr bir sesle çemkirdi. "Nasıl sakin olayım ben şimdi? İki manyak bir olmuş, sağlı sollu benim kızıma saldırmış. Ben şimdi nasıl sakin kalayım?"


"Daha anlatacak çok şeyim var sana," Tekrar gitmeye yeltenince telaşla ikna etmeye çalıştım. Gecenin bir vakti ortalığı velveleye vermenin hiçbir faydası olmayacaktı bize. "Her anlattığımla böyle celalleneceksen sen, bizim işimiz var ama. Kocama laf söylüyorsun da sen ondan betersin." Tüm bedeniyle ağır ağır bana döndü. Neyse ki artık sırtını kapıya verebilmişti. "Gel şuraya, sakince oturalım konuşalım. Bana her şeyi anlatacağına söz verdin."


Binbir güçlükle koltuğa doğru çekiştirerek birkaç adım attırabildim. Çabucak arkasına geçtim; bu sefer de ağırlığımı sırtına vererek itekledim. Daha fazla yokuşa sürmedi ve sonunda kendisini yürütmeme müsaade etti.


Ama ben zaferin rahatlığını yaşayamamıştım bile; çünkü ilk defa ona bu denli yaklaştığımı fark etmiştim. Soluklarıma karışan kokusu, içimde yatan çocukluğu kımıldatmıştı. Sanki noksan kalan anılarım depreşmişti.


Babam kendisini geri koltuğa bıraktı ve aşağıda olmasına rağmen bana tepeden bir bakış fırlattı. Eliyle buyurgan bir tavırla karşısını göstermişti. "Peki madem, geç bakalım."


İkiletmeden yerime geri oturdum. Son yarım saattir yaşadığım duyguların birbirine olan tezatlığı, ruhsal olarak beni epey hırpalamıştı. Resmen kendimi dayak yemiş gibi hissediyordum. Artık ılıklaşmış olan çaya uzanarak sessizce yudumladım.


"Anlat hadi." dedi, kollarını dirseklerine yaslayıp bana doğru sokularak. Parmaklarını o kadar sıkı birbirine kenetlemişti ki, bütün boğumları bembeyaz kesilmişti. Kendisini dizginleme çabası, resmen bu beyazlıklarda gizliydi. "Başka ne yaptılar sana? Her şeyi anlat."


Sesi, bakışı ve duruşu; her şeyiyle tüyler ürperticiydi. Yoldan döndürebilmiştim, evet; fakat hâlâ pasif bir hiddete sahipti. Durmadan çenesini sıvazlıyor, kısa sakallarını çekiştiriyordu. Kendi içine sığamayan kimse gibiydi.


Sırf onu sakinleştirebilmek için, tekrar verdiği sözü ona hatırlattım. "Her şeyi anlatacağını söyledin az önce. Ama hâlâ hiçbir şey anlatmadın baba. Asıl ben seni dinlemek istiyorum?"


Donuk gözlerini suratımdan çekerek, derin bir nefes koyverdi. Yerdeki üç beyaz taşı kapmış, hışımla siyah olanların önüne yerleştirmişti. "Aziz, Tan ve ben. Babalardan oğullara geçen bir yönetim karteli. Senelerdir süregelen bir mirasın, yani cemiyetin tek önderleri biziz. Maalesef gerçek bu, yasadışı yollarla kazanılan paranın kaynağı da yine bu yoldaşlıktan geliyor. Kurulu bir düzen ve para akışı var."


Hâlâ hazmetmesi çok zor gelen bir hakikatti bu. "Yani bu sonradan katıldığın bir cemiyet değil, öyle mi?"


Yalnızca başını sallamakla yetindi. Sanki soracağım soruyu sezinlemişti; tıpkı benim gibi, o da gerilmişti. "Yani annem de biliyordu her şeyi, öyle mi?"


"Biliyordu."


Yavaşça arkama yaslandım. Babamın köklü bir yeraltı cemiyetinin lideri olması ya da annemin bunu bilip bizden gizlemesi; bunların hiçbiri sorun değildi. Böyle bir gerçeği idrak edemeyecek kadar küçüktük en nihayetinde; susmuş olmalarını anlayabilirdim. Ama babamın bir sabah aniden hastalıktan ölerek ortalıktan yok olmasını anlayamazdım.


Fakat ben yine de anlamak istiyordum. "Neden bizi terk ettin?"


Bir süre hiç konuşmadı; sorunun yalınlığıyla afallamış göründü. "Sizi korumak için."


Kendimi tutamayarak güldüm. "Annem de bizi otel odasına terk etmeden önce aynı şeyi söylemişti."


"Annenin nedenlerini bilmiyorum, bir yorum yapamam." dedi, vakur bir tavırla. "Ama mecbur kalmasam sizi asla terk etmezdim, Demre."


"Hadi diyelim mecbur kaldın, terk ettin," Konuştukça gururumun daha da zedelendiğini hissettim ama yine de susamadım. "Bu kadar kötü bir hayata mı terk etmek zorundaydın? Hiç mi merak etmedin bizi? Hiç mi umursamadın nasıl şartlarda yaşadığımızı?"


"Umursamaz olur muyum?" Ağır bir hakarete maruz kalmıştı sanki; gözlerinde koyu bir sitem vardı. "Her ay sizin masraflarınız için kullansın diye amcana yüklü miktarda para gönderiyordum. Ama maalesef ki çok sonra öğrendim tüm parayı kendi cebine indirdiğini. Kardeşimdir dedim güvendim, hata ettim."


Amcamın böyle bir açgözlülük yapmış olmasına şaşırmamıştım; ancak yine de hayal kırıklığına boğulmuştum. Hakkımıza gasp edildiğinden bihaber yaşamıştık; senelerce sömürüye maruz kalarak kullanılmıştık. Ama hiçbir zaman sesimizi çıkarabilecek bir cesarette de olamamıştık çünkü sokağa atılsak, çalacak tek bir kapı dahi bulamayacağımızın farkındaydık.


"Yıllar geçti belki," Yaşadıklarımızı düşündükçe daha da sinirlerim geriliyordu. "Ama ben bir gün amcamdan bunun hesabını sormazsam rahatlayamam. Kendisi bizim paramızı çalarak refah içinde yaşarken, bize iki tabak yemeği çok görürdü."


Duydukları babamın hoşuna gitmemişti; o kadar kasılmıştı ki oturuşu bile değişmişti. Kasvetli bir sesle, "Artık istesen de hesabını soramazsın." diyerek beni şaşırttı.


Yanılmayı umdum. "Neden ki?"


Ansızın ayağa kalkarak, duvardaki saati gösterdi. Gözlerime bakmaktan kaçınmıştı. "Bak ne diyeceğim, saat üç oldu. Biraz daha zorlarsak tan ağaracak, kızım. Bu konuşmanın devamını yarın daha sakin bir kafayla yapalım mı?"


Gideceği esnada telaşla ayağa kalktım. "Yarın da burada kalacağımı nereden çıkardın?"


Kapıya henüz varamadan yavaşladı, omzunun üstünden bana baktı. Gözlerinde kurnaz bir renk vardı. "On yedi yıllık açığı tek bir günde kapatamayız sonuçta. Sana her şeyi anlatacağımı söylüyorum, eğer dinlemek istiyorsan bir süre burada kalırsın. Tercih senin, zorlamıyorum."


Öfkeyle karşılık verecek oldum; ama beni dinlememişti bile. Resmen boyun eğeceğimi bilmenin tasasızlığıyla salondan çıkmış ve yanımdan ayrılmıştı. Bir süre öylece ayakta dikilerek ne yapacağımı düşündüm. Hâlâ sormak istediğim; cevabını duymak için sabırsızlandığım birçok belirsizlik mevcuttu. Hayatımın aydınlatmak için çırpındığım, karanlıkta kalmış büyük bir kısmı vardı.


Birden gözüme sehpadaki taşlar ilişti. 


Sonunda kararımı vererek, salondan çıktım. Ardından usulca merdivenleri tırmandım ve sessizliğin içinden geçerek odama yürüdüm.


𓄅 


Ertesi gün babam işe gittiği için bütün günümü bu yabancı evi keşfetmekle geçirmiştim. Ama gün içinde hiç konaktaki gibi taşkınlıklar yaşanmıyordu burada; çalışanların hepsi belli bir yaş almış insanlar olduğundan, tavırları çok olgun ve çok da tutarlıydı. Etrafta şamata yaparak dolanan bir grup kız ya da onları dize getirmek için cebelleşen cabbar bir kadın da yoktu. 


Kendimde cesaret bulduğum her an çalışanlarla muhabbet ediyor, kafamı dağıtabilmek için uğraşıyordum. Çünkü kendi içime döndüğümde ya birkaç gündür yaşanılanları düşünüyordum ya da Merih'e karşı duyduğum derin bir özlemde boğuluyordum. Ama sonra böyle hissettiğim için de kendime kızıyordum.


Acaba şu anda ne yapıyordu? Hiç aklına geliyor muydum? 


İletişim kurabilecek telefonum bile yoktu yanımda; ki bu her şeyi daha da zorlaştırıyordu. Akşama doğru bu özlem gitgide daha da şiddetlendi; ama neyse ki babam eve erken gelerek, beni kendi işkencelerimden kurtardı. Çünkü ona karşı beslediğim kızgınlık, Merih'e beslediğimden çok daha diriydi; bu yüzden ilgimi çabuk dağıtabiliyordu.


"Birlikte ilk akşam yemeğimizi yiyelim mi?" Salona girip de beni tek başıma otururken gördüğünde söylemişti bunu. Üstünde yine siyah bir takım elbise vardı. Gömleğinin ilk dört düğmesi aralıktı. Ceketini çıkararak sandalyeye asarken, eliyle de yuvarlak masayı göstermişti.


Davetine karşılık vererek ayağa kalktım, masaya sokuldum. "Buraya seninle tatlı baba kız anıları biriktirmek için gelmediğimi biliyorsun, değil mi?" Sofraya oturunca, o da sakince karşıma geçti. "Gerçekleri öğrenmek için buradayım."


"Ben de gerçekleri öğrenebilmen için kalmanı söylüyorum zaten." Dudaklarını büzerek omuzlarını silkti; sesine kattığı masumlukta gülünç bir ton vardı. "Dediğim gibi birkaç gün benimle kalsan, hiçbir şey kaybetmezsin. Senin için bugün bütün işlerimi hallettim, artık bir hafta boyunca boşum."


Tam bu esnada içeriye giren Jülide abla, tecrübeli bir çeviklikle sofrayı kurmaya koyulmuştu. Birbirinden çeşitli mezelerle masayı donatarak, önüme koyduğu bardağı hoş kokulu kırmızı bir sıvıyla doldurdu. Meraklı bakışlarıma içtenlikle gülümsemiş, "Reyhan şerbeti." diyerek de açıklamıştı.


Önüme bu kadar zengin bir sofra serilmesine alışık olmadığımdan, kendimi tuhaf hissetmiştim. Keza birilerinin bana hizmet etmesine de hiç alışık değildim; çünkü hayatım boyunca hizmet eden taraf hep ben olmuştum.


"Uzun süre kalamam." dedim, ilgimi başka bir şeye vererek. Babam hafifçe kaşlarını kaldırmış, gözlerimin içine bakmıştı. "Evli bir kadınım sonuçta, kocamdan o kadar ayrı kalmam doğru olmaz."


Bu cümleyi kendimden duymak bile çok afallatıcıydı. Babamın da garipsediği belliydi; ama benden çabuk sineye çekmişti. Hülya ablanın önüne koyduğu çorbayı karıştırırken, kayıtsızca mırıldandı. "Kocana söyle yanına gelsin o zaman."


Kaşığı alarak, üstünde dumanı tüten çorbaya uzanacakken elim havada asılı kaldı. Duraksayarak, ona baktım; ama onun yemeğinden başka ilgilendiği bir şey yoktu. Ekmeğini ufak parçalara ayırarak, itinayla çorbasının üstüne fırlatıyordu.


"Merih'in buraya geleceğini hiç zannetmiyorum." Tekrar önüme dönerek yavaşça çorbamı karıştırdım; sesimdeki hüzün beni bile şaşırtmıştı. Bu yüzden babamın bana fırlattığı bakışları yadırgayamazdım.


"Karısı için rahatını bile bozamıyor mu bu dangalak herif?" diye söylendi, aşağılayan bir sesle. Kaseyi karıştıran kaşığı artık biraz daha hızlıydı; sanki gitgide alazlanan kızgınlığını yansıtıyordu.


Ama bu sefer kendimde kocamı aklayacak hevesi hiç bulamamıştım. Babamın sorusu tepemizde asılı kalırken, sessizce önümdeki çorbayla ilgilendim. Ağır bakışlarını üstümde hissedebiliyordum; fakat karşılık vermekten kaçındım.


Tam bu esnada içeriye giren Ufak Ömer, babamın yanına sokularak kulağına eğildi ve duyamadığım kısıklıkta bir şeyler fısıldadı. Babamın memnuniyetsiz bir tavırla başını salladığını görünce de, geldiği hızla geri gitti.


Kimse konuşmamızı bölmemiş gibi, tekrar ilgisini bana verdi. Birden duvar gibi aramıza örülen suskunluğu yıkıp geçti. "Sana hiç elini kaldırdı mı?"


"Ne?" Şaşkınlıktan kaşığı düşürdüm, dışarıya sıçrayan çorbayla irkilerek geriye doğru kaçtım. Çabucak peçeteyi kapmış, etrafı silmiştim. "Hayır tabii ki! Merih öyle bir adam değil."


Ama sözüme hemen itimat edecek gibi durmuyordu. Çorbasını içmeyi bırakmış, hafifçe sofraya eğilerek ürkütücü bir baskıyla gözlerimin içine odaklanmıştı. "Doğruyu söyle."


"Doğruyu söylüyorum baba!" Kaşlarımı çatarak sitemle arkama yaslandım. Onu böyle bir ithamla yargılamasına göz yumamazdım. "Benim öyle bir adamla ne işim olur? Hem bırak elini kaldırmayı, Merih sesini bile yükseltmiyor ki bana. Hep nazikçe konuşuyor, kızsa da çabucak yumuşuyor." 


Kısa bir anlığına duraksadım. Evlenmeden önce bana çok daha yakın ve muzip davrandığı gerçeğini fark edince, göğsümdeki boşluk hüzünle doldu. Bariz bir şekilde, artık kendisini benden uzak tutuyordu. Ne gülünç çapkınlıkları kalmıştı, ne de beklenmedik cüretkarlıkları. 


Sanki bir şeyler onu baskılıyordu.


Yaşadığım farkındalık resmen içimdeki bütün yaşamı sömürmüştü. Asık bir suratla, sözüme devam ettim. "Ne diyordum? İsteyince mesafesini çok iyi koruyor yani, odama bile..."


Şaşırarak sözümü kesti. "Odama derken? Ayrı odalarda mı kalıyorsunuz?"


Ben de şaşırmıştım; hızlıca toparlamaya çalıştım. Gitgide yükselerek boğazıma kadar tırmanan panik, kekelememe neden oldu. "Öyle mi dedim? Farkında değilim hiç. Daha bir hafta oldu evleneli, ağız alışkanlığı işte."


Beni susturdu.


"Demre." İsmime yüklediği ton, resmen zihnimdeki tüm şalterleri attırdı. Kuşkulanmıştı. Kaşığını kenara bırakarak, doğruldu. Kaşlarını çatmış, dikkat kesilmişti. "Sen bu adamla nasıl tanıştın, nasıl evlendin? Baştan al bakayım şu hikayeyi."


Kalbimin teklediğini hissettim. Bir şekilde toparlamam, onu aşk evliliği yaptığıma inandırmam gerekiyordu. Yoksa Merih'in kocam olduğu gerçeğini görmezden gelerek ona karşı gösterdiği tüm toleransı birdenbire yitirebilirdi. Bakışlarından bile belliydi; her an gözden çıkarabilirdi.


Tam dudaklarımı aralamışken, aniden içeri Mehmet amca girdi ve aramızdaki gergin muhabbeti savuşturdu. "Bülent Bey kapıda yabancı bir delikanlı var, karımı görmek istiyorum deyip duruyor. Eve girmeye çalışıyor. Ne yapalım?"


Şok içinde sendeleyerek ayağa kalktım. "Merih!"


Mehmet amca bağırışımla irkilerek bana döndü. Eliyle beni işaret etmişti. "Evet, isminin Merih olduğunu söyledi ama karısı siz değilsinizdir herhalde?"


"Evet, benim karısı." Apar topar sandalyeyi itekleyerek kapıya yöneldim. Babam da benimle birlikte ayağa kalkmıştı; ziyafetini yarıda kesen bu beklenmedik misafir, iştahını kaçırmış gibiydi. 


Koridora çıkarken omzumun üstünden Mehmet amcaya baktım. "Nerede şu anda?"


Hâlâ üstünden atamadığı sersemlikle, dış kapıyı gösterdi. "Bahçede şu anda, güvenliğe biraz zorluk çıkarıyor." Çekingen bir tavırla duraksadı. "Kocanızı yatıştırırsanız çok iyi olacak."


Telaşla kapıyı açınca, Merih'i kollarından tutarak uzaklaştırmaya çalışırlarken bulmuştum. Kavga ediyor değillerdi; ama ufak iteklemeler ve küfürlü sürtüşmeler yaşanıyordu. 


"Çeksene birader şu elini, karımı göreceğim ben." Merih'in öfkeyle, kendisine dokunan eli savurduğuna tanık olunca çabucak dışarıya çıktım.


"Merih?" Sesimi duyunca duraksadı; gözlerimiz birbirine değdi. İçlerindeki hiddet aniden dinmiş, yerini saf bir şaşkınlık almıştı. "Ne yapıyorsun sen burada?"


Ufak boğuşmadan ötürü katlanan üstünü düzeltti, yakasını çekiştirdi. Hemen arkamda dikilen babama kısa bir bakış atmıştı. "Karımı merak etmiş olamaz mıyım?"


Babam alayla güldü. Başıyla hafif bir hareket yapmış, adamlarının çekilmesini sağlamıştı. "Merak edilecek bir şey yok. Kızım benim yanımda güvende, buradayken başına hiçbir şey gelmez. Sen en iyisi istenmediğin yerlerde gezinme."


"Siz öyle diyorsanız öyledir, sevgili kayınpeder." Merih ellerini arkasında birleştirdi ve ukala bir tavırla gülümseyerek babama baktı. "Ama ben kapınıza kadar gelebildiysem, başkası da gelir evelallah."


Babam tekrar güldü; ama bu seferki sinirliydi. "Ben müsaade ettiğim için gelebildin, sevgili damat."


Merih'in gülümsemesi iyice genişledi ve böyle bir gerginliğin ensesinde bile nabzımı yakışıklılığıyla değiştirebildi. "Öyleyse istenmediğim bir yerde değilmişim."


Ağır bir sessizlik oldu.


"Kapımıza kadar gelen misafiri geri çevirecek değiliz," Şaşırarak babama baktım. Merih'in küstahlığını hızlıca sineye çekerek, hoş bir sohbet edasıyla konuşmaya devam etmesi beni hayrete düşürmüştü. Bana bakarak kurnazca gülümsedi. "Kocanı evimize davet etmeye ne dersin, canım kızım?"


Ne düşündüğünü anlamak çok zordu; ama bu misafirperverlikte bir hinlik sezmek de mümkündü. "Baba sana söyledim, Merih burada kalmak istemez..."


"İsterim."


Şok olmuş hâlde ona döndüm. Ne tepki vereceğimi şaşırmıştım; doğru duyup duymadığıma bile güvenemiyordum. "Ne? İster misin?"


"Evet, isterim." dedi tekrar, kararlı bir tavırla. Bendeki kargaşanın aksine, o gayet sakindi. Adamların arasından çıkarak, emin adımlarla yanıma geldi. "Anlamadım, neden istemeyeyim ki? Karım neredeyse ben de orada kalmak isterim tabii ki."


Birden elimi tutunca yaşadığım şaşkınlık taşınamaz hâle geldi. Parmaklarımızı birbirine kenetleyerek, kısa bir süreliğine bana nefes almayı unutturdu. Duygularım içime sığmakta zorlanıyordu, inkar edemezdim; ama buna rağmen dün yaşanılanları unutabilmiş de değildim.


Hiçbir şey olmamış gibi davranamazdı.


"Madem hallettik," Babam araya girerek, dikkatimi dağıttı. Derin bir nefes almış, Mehmet amcayla birlikte eve doğru dönmüştü. "Öyleyse buyurun, içeriye geçelim. Yemeğimiz soğumasın."


Merih'i peşimden sürükleyerek babamın arkasından eve girdim. O kadar soluksuz davranmıştım ki apar topar ayakkabılarını çıkarttırmış, telaştan nevrini döndürmüştüm. Hülya abla çabucak önüne terlik koyunca gülümsemiş, teşekkür etmişti. Ama ben peşimden çekiştirdiğim için, bunu bile üstünkörü yapabilmişti.


"Baba aslında benim şu anda pek iştahım yok," Babam salona varamadan duraksadı; kaşlarını kaldırarak bana baktı. "Merih'e odamızı göstereyim ben en iyisi. Sana afiyet olsun."


Sessizce bizi süzdükten sonra, hoşnutsuzca mırıldandı. "Peki madem, bu seferlik öyle olsun."


Merih'e hiç bakmadan merdivenleri çıkmaya başladım; elini sımsıkı tuttuğum için yine arkamdan sürüklenmeye mecbur kalmıştı. Basamakların ortasında Jülide ablayla karşılaşınca gülümseyerek selam verdim. Peşime taktığım adama şaşkınlıkla bakan suratını görmezden geldim ve üst kata çıktım.


Aceleyle odama girerek kapıyı yavaşça arkamızdan örttüm.


"Ne oluyor karıcığım? Yangından mal mı kaçırıyorsun?" Gülüşünü duyunca tüylerim dikeldi. 


"Evet mal kaçırıyorum, mal!" Hışımla elini bırakarak koluna vurdum. Yüzünü buruşturarak geriye kaçıldı; acıyla ovuşturmaya başladı. "Neden buradasın sen? Gecenin bir vakti çıkıp geliyorsun, karşımıza dikiliyorsun. Bir de nasıl becerip girdiysen bahçeye."


Kolunu bırakarak doğruldu; artık ciddiydi. "Özledim çünkü seni."


İçimde bir yerleri okşamıştı bu itiraf. Ama yine de öfkeyle yanına gitmeme engel olamamıştı. Tekrar koluna vurarak bütün hıncımı çıkarmaya çalıştım. "Ben özlemedim ama. Senden uzaklaşmak için kaçmışım buraya, sen niye hemen peşimden geliyorsun? Çağırdım mı ben seni? Geri git eve."


Her vuruşumda biraz daha geriledi; ama son sözlerimi duyunca duraksamıştı. Birden bileklerimi tutarak, kolayca darbelerin önünü kesti. "Sinirli olmanı anlıyorum ama halledebiliriz."


"Neyi halledecekmişiz?" Resmen şoktan sesim incelmişti. Kendisini öpmeme izin vermeyişini mi halledecektik? Bu nasıl küçük düşürücü bir teselliydi böyle? Hem utançtan, hem de öfkeden gözüm döndü. "Halledecek hiçbir şey yok, Merih. Sus, konuşmak istemiyorum bunu. Hem bana haber vermeden niye geliyorsun sen buraya?"


"Nasıl haber verebilirdim?" dedi, kaşlarını çatarak. "Telefonunu evde bırakmışsın. Ne oldu ne bitti, hiçbir şeyden haberim yoktu. Meraktan geberse miydim?"


Öfkeyle geriye çekilerek bileklerimdeki ellerden kurtuldum. "Biraz merak insanı gebertmez, korkma."


"Korkuyorum." dedi, tepkili bir tavırla. Henüz uzaklaşamadan, tekrar ona döndüm. Hiç duymayı beklemediğim bir itiraftı bu; şaşırmıştım. "Sana bir şey olacak diye çok korkuyorum, Demre. Hem de o kadar korkuyorum ki kendimden bile sakınıyorum seni." Üstüne binen onlarca hisle, birden kısıldı sesi. "Hatta en çok da kendimden sakınıyorum. Ben istemedim mi sanıyorsun sana karşılık vermeyi? İşkence gibiydi yapamamak, durdurmak zorunda kalmak. Ödüm kopuyor seni tehlikeli bir duruma sokmaktan."


Duyguları öylesine yalındı ki, bendeki kargaşayı bile dindirebilmişti. İçimde sadece ağlama isteği kabardı; ama binbir güçlükle bastırabildim. Söyleyeceğim hiçbir avuntu bu korkuya merhem olamazdı, biliyordum; çünkü aynı korku benim de içimdeydi. Benimle birlikte yaşıyordu; beni tüketerek barınıyordu.


Ödüm kopuyordu ona zarar vermekten.


Sessizce gözlerindeki çaresizliği izledim bir süre. Gözündeki körlüğe bile hükmedebilmişti duyguları. Nasıl bu kadar yaralı bakabilirdi? Kendimi daha fazla tutamayarak ileriye atıldım ve aramızdaki tüm uçurumları aştım. Kollarımı sımsıkı beline sararak başımı göğsüne yasladım. 


Üstüne binen ağırlıkla birlikte afallayarak geriledi; ama sarılışıma karşılık vermesi yalnızca saniyelerini almıştı. Kollarını etrafıma sararak, adeta tüm bedenimi kendisine hapsetmişti.


Üzerime eğildiğinde çenesi saçlarımın arasına sürtündü; birden dudaklarını bastırarak başımdan öpünce, hücrelerime kadar ürperdim. Bu kadar ufak bir dokunuşun beni böyle sarsabilmesi; sadece kollarının arasındayken beni bu kadar güvende hissettirebilmesi, çok tuhaftı. Nasıl beceriyordu bunu? Bedenimde bu kadar bariz değişimlere sebep olabilmesi, çok da ürkütücüydü.


"Halledebiliriz demiştim sana." Fısıltısını duyunca ne zaman kapattığımı hatırlamadığım gözlerimi geri açtım.


Gülümsememi bastırarak, "Bu kadar kolay hallolacağını mı düşünüyorsun gerçekten?" diye sordum.


Bir lahza konuşamadı. "Halledemedik mi?"


Sesindeki şüphe beni keyiflendirdi. Başımı göğsünden kaldırarak geriye attım, yalnızca bir karış ötemdeki suratına baktım. Nabzım o kadar hızlanmıştı ki, sesimin anlayışsız çıkması için epey uğraşmak zorunda kalmıştım. "Daha hıncımı çıkaramadım ki, birazcık daha sürünmen lazım senin."


Gözlerini kısarak gülümsedi. "Nasıl olacak peki o?"


Kışkırtmalarına yenik düşerek şaşırtıcı bir cesaret kuşandım. Birden parmak ucunda yükselerek usulca yüzüne doğru sokuldum; ama boyu o kadar uzundu ki istediğim yakınlığı kolayca elde edememiştim. Fakat yine de etkisi beklediğimden de büyüktü. 


Gülümsemesi yavaşça soldu, yutkundu; şaşkınlıkla kırpıştırdığı gözleri beni yanıltmayan bir hızla dudaklarıma kenetlendi. Tüm bedeni kasılmıştı.


Aramızda yalnızca tek nefeslik bir mesafe kalmışken, duraksadım; dudaklarının üstüne doğru alayla fısıldadım. "İşte böyle."


Gözlerinde dirilen arzu, beni güldürdü. Hızla geriye çekilerek kollarının arasından sıyrıldım. 


Ama yalnızca bir adım atabilmiştim. Kolumdan yakalayarak beni tekrar kendisine çekti; kaçmamı önleyecek bir güçle göğsüne bastırdı. Gözlerindeki arzu gölgelenmişti; hâlâ gülümsüyor olsa da küçük oyunuma bozulduğu belliydi. Dudaklarından dökülen kışkırtıcı sözler bile bunun bir kanıtıydı. "Sen benim karşımda gardını hiç düşürmeden durabileceğine gerçekten inanıyor musun?" Tekrar üzerime doğru eğildi; gözleri sanki beni değil de, ruhumu görüyordu. "En fazla ne kadar dayanabilirsin ki?"


Ukalalığı karşısında resmen dumura uğramıştım; sinirli sinirli güldüm. "Ben mi sana karşı gardımı düşürecekmişim?"


Gülümsemesi genişledi; oltasına takılmam hoşuna gitmişti. "Evet karıcığım, sen."


"Sen karını hiç ama hiç tanımamışsın." İtici olduğunu zannettiğim bir tavırla gülümsedim; ama gözlerinde peydahlanan hayranlık bana yanıldığımı fark ettiren şey olmuştu. "Kendi gardını benimkiyle karıştırma istersen, kocacığım."


Gülünce ellerimin altındaki göğsü titredi. Birden serçe parmağını kaldırarak, insanı kızıştıran bir tonla mırıldandı. "Var mısın iddiasına? Gardını ilk düşüren sen olacaksın."


Şaka yapıyor olmalıydı. Gerçekten de dışardan böyle mi gözüküyordum?


Kaşlarımı çatarak, parmağına baktım. Aniden müthiş bir ihtirasla kuşandım ve koparacakmış gibi parmağını kavradım. "Varım, tamam. Göstereceğim sana kimin gardı düşüyormuş. Göreceksin sen."


Suratımdaki hırçınlığı seyrederken keyifli keyifli güldü. "Sırf beni tavlayabilmek için bu kadar hırslanman gururumu okşadı gerçekten."


Elini itekleyerek parmağını bıraktım. "Kim kimi tavlamaya çalışıyor acaba? Ne çabuk unuttun bana yaptığın çapkınlıkları?"


"Unutmadım," dedi yüzüme düşen saçı nazikçe geri itekleyerek. Hâlâ belime bastırdığı eliyle, kendisinden uzaklaşmama müsaade etmiyordu. "Unutmadım da, kırk beş gün sonra hatırladığım yerden devam edeceğim."


"Kırk beş gün mü?" Şaşırarak kaşlarımı kaldırdım. "Neden kırk beş günmüş?"


Derin bir nefes verince göğsü içine çöktü. "Kırk beş gün sonra sana her şeyi anlatabileceğim çünkü." Birdenbire ciddileşmişti; artık kederli bir hâli vardı. Üstelik sesi de neredeyse yalvarır gibiydi. "Sadece kırk beş gün daha sabret, o zaman bana güvenmeni sağlayacağım. Beni tanımana müsaade edeceğim. Sadece kırk beş gün daha ver bana."


Gözlerindeki keder hoşuma gitmemişti; huzursuzlandığımı hissettim. "Ne olacak kırk beş gün sonra?"


Birden kapıya vurulunca irkilerek geriye kaçıldım.


"Demre Hanım," Mehmet amcanın sesiydi bu; kapıyı tıklatmış ama açmamıştı. Boğuk boğuk kıyısından konuşuyordu. "Bülent Bey sizinle görüşmek istiyor, şu anda aşağıda bekliyor."


Merih'le göz göze geldim; her nedense, çok gerilmişti. Ancak yine de tek kelime etmemişti. "Geleceğim hemen."


Yalnızca başını sallamakla yetindi. Onu odada bırakarak koridora çıktım; kenarda bekleyen Mehmet amca gülümseyerek bana eliyle yolu gösterdi. Ardından öne geçerek, eşlik etmeye başladı. Birlikte salona varana kadar da hiç konuşmamıştı.


Kapıyı benim için açtı, kenara çekildi. "Buyurun, Demre Hanım."


"Teşekkürler." Salona girince babamı koltuklardan birinde düşünceli düşünceli otururken buldum. Geldiğimi duyunca tüm dalgınlığı bir sis gibi dağıldı, üstünden kalktı.


"Demre, gel," Eliyle karşısındaki koltuğu göstermişti. Kuşku verici bir durgunluk vardı üstünde. "Otur şöyle, gel."


Gösterdiği yere oturarak merakla beklemeye başladım. Hiçbir şey sorma gereksinimi duymamıştım çünkü belli belirsiz hissettirdiği sabırsızlığıyla, zaten lafı dolandırmayacağını anlamıştım.


Nitekim öyle de olmuştu. 


Gözlerimizi birbirine kenetleyerek, kollarını dizine yasladı ve olabildiğince bana doğru sokuldu. Artık suratından geçip giden bütün duygular, gerisinde bıraktığı tüm izlerle; tüm çıplaklığıyla önümdeydi. "Bu zamana kadar seni hayatıma almamamın tek nedeni bu kirden muhafaza edebilmekti, Demre. Ama şimdi bakıyorum da bunu bile becerememişim." Sesindeki yenilgi beni hüzünlendirmişti. "Sen hayatıma girdikten sonra artık hiçbir şey olmamış gibi yoluma bakmam imkansız. Yapamam bunu, hiç karşıma çıkmamışsın gibi davranıp senden vazgeçemem. İhtimalini bile düşünmek beni öfkelendiriyor. Özellikle de etrafını böyle akbabalar sarmışken..." 


Kendimi tutamayarak, korkuyla sözünü kestim. "Aziz bir şeyler mi yapıyor yoksa? O yüzden mi söylüyorsun bunları?" 


"Bu sessizliği hiç hayra alamet değil. Bir şeyler kurcaladığına da eminim ama hayır, şu anda sorun o değil." Gergin gergin sakalını sıvazladı, oturduğu yerde kımıldandı. Ardından tekrar dirayetini toplayarak, dosdoğru gözlerimin içine baktı. "Kendimi yediririm ama seni kimseye yedirmem, Demre. Kendimden vazgeçerim; ama şu dakikadan sonra senden asla vazgeçmem. Sana zarar verecek kim çıkarsa çıksın önüme, affetmem ezer geçerim. Bu kişi kocan bile olsa. Söylüyorum sana. Asla affetmem Demre, ezer geçerim."


Tüylerim ürperdi; kulaklarım uğuldamaya başladı. Sersemlemiş bir hâlde gözlerimi kırpıştırdım ve sarsıcı bir inançla resmen sadakat yemini eden babama baktım. "Neden bunları söylüyorsun şimdi bana..."


Ama beni duymamıştı; yalnızca tek bir soru sordu. "Bu gece nasıl bir adamla evlendiğini öğrenmek istiyor musun?"


Yavaşça arkama yaslandım. Zihnimden yalnızca tek bir düşünce geçmişti o an. Uzun bir gece olacaktı. Ama çok yanılmıştım; çünkü babamla konuşmamız yalnızca yirmi dakika sürmüştü. Uyuşmuş bir zihinle yanından ayrılırken, üst kattaki odada beni bekleyen adamı düşündüm. Bir süre gözlerimi yumdum. Hiç kımıldamadan soluklandım. Bu eve babamı tanıyabilmenin umuduyla gelmiştim belki; ama günün sonunda, yine aşık olduğum adamı tanımıştım.








BÜLENT BABA NAPIYOSUN ORTALIĞI KARIŞTIRDIN. Damadın o senin damadın!!! Ama sanki bunların arasında bir şeyler yaşanmış gibi ne dersiniz... 🙏🏻✨ Bülent baba Demre'ye neyi söylemiştir sizce??? Sizin de bildiğiniz bir şey yani tahmin edebilirsiniz...🥲🥲🥲 Ayrıca bu Aziz'in sessizliği gerçekten hiç hayra alamet değil??? Bazı yuvalar yıkılacak ve bazı yangınlar çıkacak 🔥🔥🤫🤫


Bu hafta taşınacağımız için bölümü yetiştirebilir miyim bilmiyorum ama söz elimden geleni yapacağımm ❤️‍🔥


Azalmadan, çoğalarak

Fiysa

Yorumlar

Anlık Ziyaretçi -`♡´-

2649