b

KİTAPLARIM

AZALANLAR | 48


 

48: KORKMADAN AZALANLAR

 


 HOŞ GELDİNİİİİİZ  ⋆。゚♡。⋆。゚ Çokk çokkk özlemişim burayı gerçektenn 😭😭😭 Size hem duygusal, hem üzücü, hem şaşırtıcı hem de biraz ürkütücü bir bölüm getirdimmm 🪄✨ Bu aradaa bölümün en sonunda sizi bir karakter haritası bekliyor. 'Abla kitabı unuttuk, abla unuttuk, abla karakterleri unuttuk' gibi söylemleriniz içiin ufak bir hatırlatma haritası oluşturmak istedim hskdjsjfj daha nabim ben sizin için?? Ama harita SPOİLER içerir, son bölüme kadar okumayanlar bakmadan geçebilirler. 🤭✨ Ayrıcaaa yeni bölüm 2 hafta sonra sizinle olacak bu arada. Eğer yeni bölümler ve yeni kurgular hakkında bilgi almak isterseniz sizi instagram hesabıma (@/monafesa) veya whatsapp kanalıma beklerimm 😭🤏🏼✨ Her neyse lafı fazla uzatmayarak, artık burayı size emanet ediyorum. Oylarınızı ve yorumlarınızı benden esirgemezseniz çok çok mutlu olurum. Bu bölümü paylaşabiliyorsam onlar sayesindedir gerçekten. 🪄✨



𓄃

“Ait olduğun yeri ararken, ait olmadığın kaç yerde azaldın?”

 

 

Zayıflar yalnızca oyunu oynardı; güçlülerse rakibiyle oynardı.

Bu zamana kadar şeytanlarla dans etmeyi becerememiş olmak beni melek yapmamıştı belki; fakat şeytan da yapamamıştı. Farkındaydım. Tüm bu yaşananlar, düştüğüm tüm bu tuzaklar, içimdeki şeytanlara teslim olmam için sanki bana yalvarıyordu. Ama adaletin kendine has bir duygusu olmalıydı; insanı hafifleten bir yanı, rahatça arkasına yaslandıran bir hazzı olmalıydı. Boşluğa devrilmenin korkusuyla, arkana yaslanmana mani olmamalıydı.

Cayır cayır yanan evin salonunda yere çökmüş otururken, düşüncelerim yalnızca bunlardan ibaretti. Tıpkı kara bir öbek gibi odanın tavanında biriken dumanı seyrederken, açık kapının ötesinde bir hareketlenme sezdim.

Şaşırdım fakat yerimden kımıldamadım.

Cemre koridorun ortasında, dış kapıdan kendisine doğru uzanan ateşin kolları arasında öylece dikiliyordu. Aylar sonra geri gelmişti; işte yine karşımdaydı. Yine, delirmenin eşiğine itildiğimi zihnime fısıldıyordu. Buz gibi bakan gözleri dosdoğru benim üstümdeydi; ve yine üstünde ölmeden önce onu en son gördüğüm kıyafetler vardı.

Kendime bunun gerçek olmadığını telkin edecek hevesi bile bulamıyordum. Ama nedenini de bilmiyordum. Bir süreliğine gerçekliğin ötesinde yaşamak istemiştim belki de.

Usul usul evi kül eden alevlerin çıtırtısı, birden sesiyle bölündü. “Kalk yerden, abla.” Sanki o bunu söyleyince, ne kadar aşağıda olduğumu fark ettim. Halbuki alt tarafı yerdeydim; ama sanki yerin dibindeydim. Canımın yandığını sezdim. “Sadece kanımı yerde bırakmamak için çök yere. Başka bir şey için değil. O yüzden, kalk şimdi yerden.”

“Merih sana…” Yere tutunarak ayağa kalktım, zangır zangır titriyordum. Ansızın gözlerim yandı, bulanıklaştı; ağlamayı gururuma o kadar yediremedim ki, ortasında durduğum yangından ötürü sulandığına kendimi inandırdım. “Merih sana zarar vermedi değil mi? Yapmış olamaz böyle bir şey. Yalan bu, değil mi?” Kelimeler birer çiviydi de ben onları avuç avuç yutuyordum sanki; boğazıma çakılıyorlardı. “Olamaz böyle bir şey. Kardeşimin katiliyle evlenmiş olamam ben. Olamam…”

Gerçek olamazdı bu, yalandı. Yalan olmak zorundaydı. Ne yapacağımı bilemeyerek, panikle kendimi salondan dışarıya, koridora attım. Koridorun ucundan döndüğümde, odamın aralık kapısı beni bir anlık duraksattı; pencereden içeriye sızan kızıl alevlerin duvarı usulca yakışını izledim.

Merih’in kusursuzca tavana çizdiği ağaca baktığım süre boyunca içimde tarifsiz bir acı yeşerdi; sanki ağacın dallarındaki ufak çiçekler gibi, teker teker göğüs kafesimde filizlendi.

“Yalan değil, abla.” Omzumun kıyısından Cemre’nin fısıltısını duyunca irkildim; hızla ağaca sırtımı döndüm. “Kardeşinin katiliyle evlendin.”

“Sus. Kapa çeneni.” Dumanların yaktığı gözlerimi yumdum sımsıkı. Elim karnıma gitti. Midemin büzüştüğünü hissettim; kusacağımı zannettim. Gözlerimi geri açtığımda ilk gördüğüm şey, bu eve adım attığım günden beri kilitli duran o kapı oldu. Girmemin bana hep yasak olduğu oda. Birdenbire ürkütücü bir hiddetle dolup, taştım.

Hışımla ileriye atılarak açmaya çalıştım fakat açamadım. Hâlâ kilitli olduğunu görünce daha da sinirlendim. Merih’in başından beri benden sakındığı tüm gerçeklerin suçlusu, aramızdaki mesafelerin tek sorumlusu bu odaymış gibi, hıncımı ondan çıkarmak istedim.

Geriye kaçılarak, tüm gücümle tekmelemeye başladım.

“Ya sen neden bir türlü kabul edemiyorsun bu adamın kötü birisi olduğunu? Bu kadar zavallı mısın?” Cemre’nin kin kokan sesine rağmen, o tarafa bakmadım; nitekim baksam da göreceğimden şüpheliydim. Delirmiştim. Bağırışı beni irite etse de duymazdan gelmeye devam ettim.

Çünkü bağıranın aslında kardeşimin kılığına giren suçluluk duygum olduğunu biliyordum. Bendim, o an bana bağıran; benden nefret eden.

“Hâlâ nasıl o adamın masum olmasını dileyebilirsin?”

Defalarca kez tekmeledim kapıyı; avuç içlerim tahriş olana kadar vurdum. Tıpkı bir veba gibi halının üstünde yayılan alev parçalarını görsem de durmadım. Keza evden çıkmak için de çabalamadım; sadece önümdeki kilitli kapıyı tekmelemeye devam ettim.

“İçten içe bunu diliyorsun, değil mi? Masum olmasını diliyorsun!” Onun da sesi sanki zihnimin kapısını tekmeliyordu.

Kapı gümbürdeyerek geriye savruldu birden, kilidi kırılmış ve yuvasından dışarı savrulmuştu. Odaya hapsolmuş olan havasızlık resmen üzerimize çullandı. Pencere pervazından yükselen alevler, odanın zeminine kıpkırmızı yalkılar deviriyordu. Soluksuzca içeriye dalarak ışığı yaktım. Ama karanlığı savuşturmak hayal kırıklığından başka bir şey vermemişti bana; çünkü içerisi bomboştu.

Hiçbir şey yoktu. Her şey ortadan kaldırılmıştı; koltuk bile yerinde değildi.

Resmen içime çektiğim her nefeste yaşadığım şok harlanırken, odanın ortasında öylece dikildim. Buraya gelmiş ve her şeyi yok etmişti. Adeta arkasında hiçbir iz bırakmamaya özen göstermiş, tüm kanıtları ortadan kaldırmıştı. Ne ara yapmıştı bunu? Sanki haftalar önce izinsizce içeri daldığım ve Merih’in beni çabucak kucaklayarak dışarıya çıkarttığı oda burası değildi.

Cemre’nin usulca arkamdan süzüldüğünü, bana doğru sokulduğunu sezdim. Hissedebiliyordum; yine kelimelerini bıçak gibi kullanarak bana saplayacaktı. Yine beni yaralayacaktı.

Fakat umduğumun aksine hiçbir darbe gelmedi.

Arkamdan geçerek usulca önüme süzüldü, gözlerimizi birbirine kenetleyerek etrafımda yavaşça döndü. Sanki dönen o değildi de zemindi; beni boğazlayan yüksek duvarlardı. Bakışlarındaki hırçınlıksa, tüm gücümü emiyordu.

“Sen buna intikam almak mı diyorsun?” diye fısıldadı, çok uzaklardan. “Kim olduğu belirsiz bir adamla evlendin ve onun sana yaşattığı duyguların içinde oradan oraya savrulup duruyorsun sadece. Başka yaptığın bir şey yok.” Şok olmuştum; hem kulaklarımla duyduğum sesin gerçekçiliği, hem de bu sözleri aslında sarf edenin kendi bilinçaltım oluşu karşısında, adeta şok olmuştum. “Kanımı yerde bırakmayacağına yemin etmedin mi sen abla?” Yanımdan süzülerek tekrar arkama geçti, omzumun kıyısına fısıldadı. “Eğer sen gerçekten cemiyetin yıkılmasını isteseydin, çoktan babama her şeyi anlatmıştın. Çünkü bana yapılanları öğrenince bütün cemiyeti başlarına yıkacağını sen de adın gibi biliyorsun. Ama söylemedin çünkü senin derdin artık ben değilim.”

Ansızın birilerinin adımı haykırdığını duyar gibi oldum; ancak karşılık veremedim. Ya da vermek istemedim. Belki de gitgide külleşen bir evin ortasında dikilerek vicdanımı köreltmeye çalışıyordum.

Cemre omzumun kıyısına son sözlerini fısıldarken, yalnızca durduğum yerde titreyebildim. “Senin tek derdin, cemiyet yıkılmadan önce Merih’i içinden çekip çıkarabilmek. Kardeşinin katilini kurtarabilmek. Bunu sen de biliyorsun.”

“Yeter!” Gözlerimi sımsıkı yumarak, sanki bu zihnimin sesini kesebilirmiş gibi, ellerimi hızla kulaklarıma bastırdım. Gerçek değil bu. Merih böyle birisi olamazdı. Kim ne derse desin, tanıyordum onu. Olamazdı işte. Olamazdı. Yapamazdı böyle bir şey.

Gözlerimi açarak arkamı döndüm, odadan çıkmak istedim; artık içerisi o kadar dumanla dolmuştu ki nefes almak eziyetten farksızdı. Nitekim ciğerlerim sızlıyor, başım dönüyordu. Kaçarcasına koridora taşınca, Cemre’nin de rüzgar gibi peşimden estiğini sezdim. Tuhaftı; çünkü varlığı sadece sezgiden ibaretti. “Neden ben böyle birisi değilim demiyorsun da Merih böyle birisi değil diyorsun? Neden onu aklaman kendini aklamandan daha önemli senin için?”

Onu duymazdan gelerek dış kapıya doğru yöneldim ama saçak saçak üzerime uzanan alevlerle karşılaşınca, korkarak geriye döndüm. Yangın sandığımdan da hızlı yayılmıştı, adeta önüne çıkan her şeyi yakıp yıkıyordu.

“Hâlâ tek düşündüğün kişi o, değil mi?” Arkamdan bağıran Cemre’nin sesiyle irkildim, birden tepeden tırnağa panikledim. Burada ölecektim.

Koşar adımlarla koridoru aştım, önüme çıkan ilk yere, banyoya daldım. Kapıyı arkamdan sertçe çarpmış, her yere peşimden sürüklenen kardeşimden kurtulmaya çalışmıştım. Beklenmedik bir biçimde gerçekten de ortadan kaybolmasını sağlamıştı bu. Bir süre soluk soluğa olduğum yerde dikildim, kapının altından usulca içeriye sızan siyah dumanı seyrettim.

Sonra bir an, sadece kısacık bir an, enseme saplanan sızıyla gözlerimi yumdum.

Burnumu sızlatan yanık kokusu ansızın yok oldu; gözlerimi kapattığım süre boyunca, sanki nerede olduğumu unutuverdim. Korkarak geri açınca, hâlâ banyoda dikildiğimi görerek rahatladım fakat bu yalnızca birkaç saniyelik bir duygu oldu.

Çünkü daha küçük ve basık bir banyodaydım artık.

Başımı kaldırınca birden karşımda bulduğum yaşlı adamla sıçradım, ne yapacağımı şaşırdım. Hicran’ın babası. Yaşlı adamın gözlerini irileştiren, tüm bedenini hezeyan içinde titreten korkusu ansızın bana da aksetti. Kaçmak istedim fakat ben henüz bu cesareti gösteremeden, o gerilemeye başladı.

Son sözlerinin zihnime kazıdığından emin olmak istercesine, gözlerini gözlerime kenetlemişti. “Per aspera ad astra.”

Saat akşama uzanıyordu, bütün gün otel odalarını temizlemiş; bitkin düşmüştüm.

Allak bullak hissettim; sonra birden kendi çaresiz sesimi duydum ama konuşan ben değildim. “Neler oluyor, hiçbir şey anlayamıyorum...”

Sımsıkı kapattığım elimde yüzüğün ağırlığını hissetim. Hemen sonra Hicran’ın babası arkasını dönerek gözden kayboldu; kapanan kapının altından kara bir gölgenin geçtiğini fark ettim. Sanki olduğum yere mıhlanmıştım.

"Kiminle konuşuyordun biz gelmeden önce?"

Korkuyla kendimi küvetin içine sokarak, yere çöktüm, perdenin arkasına sığındım. Sonra sıkmaktan canımı yakan parmaklarımı gevşeterek avucumun içindeki eşsiz yüzüğe baktım. Üstünde ihtişamlı bir geyik ve bu geyiğin etrafını sarmış minik yıldızlar. Hepsi parlak bir altın rengindeydi ve iç kısmına yine aynı renkle 1979 kazınmıştı.

Tıpkı altı sene sonra gri gözlü, bastonlu bir adamın parmağında bana kendisini hatırlatmak için zihnimin derinliklerine kazınacak olması gibiydi. Yıllarca anılarımda, varlığını sezdirmeden yaşayacaktı.

Bu yüzüğün bana kendisini hatırlatması korkunç bir kördüğümün ilk ilmiğini atacak, seneler sonra beni babama kavuşturacak; ve hatta kardeşimin katiliyle bile evlendirtecekti.

“Lavaboyu kontrol et.”

Adamın verdiği emirle birlikte aniden biri lavaboya daldı. Hızla ellerimi ağzıma örttüm. Kapının açılışıyla tekleyen kalbimin acısı, göğüs kafesime yayıldı. Perdenin arkasında iri bir karartı vardı. Soluklarım öylesine barizdi ki aynı odada bulunduğum birisi tarafından duyulmaması olanaksızdı; zaten varlığımı sezmişti.

Girişinin aksine hareketleri yavaşlamıştı; usulca sokuluyordu. Siyah deri bir eldiven perdenin ucunu tutarak, yavaşça kenara kaydırdı.

Gözlerimiz kesiştiğinde sanki zaman durdu.

Baştan aşağıya kopkoyu giyinmişti. Sol gözü kördü; neredeyse beyaza yakın maviydi. İfadesizce, yüzümdeki korkuyu izleyen gözü dipsiz bir kuyunun koyuluğundaydı. Onun gözleri. Onun bakışı. Onun cinayeti. Yavaşça elini kaldırarak işaret parmağını dudaklarının üstüne koydu ve beni ölümün kıyısından çekip kurtarabilmek için, susturdu.

“Sendin.” dediğimi duydum ince bir hayalkırıklığıyla; yan odadaki adamın beni duymasından korktum, panikledim. Ama sonra bunun anlamsız bir korku olduğunu fark edebildim. Zira bu yıllar önce yaşanmış bir anıdan ibaretti. Artık asla değiştiremeyeceğim, kadere atılan bir çentikten farksızdı. Belki de sırf bu yüzden, sayıklamaya başladım. “Sendin. Sendin! Sendin…”

Merih birden parmağını dudaklarının üstünden çekerek ileriye atıldı, küvetin yanına diz çökerek sımsıkı kollarımdan kavradı. Tanıdık kokusu, sanki beni içine sürükleyen anıdan koparıp aldı; gerçekliğe geri kavuşturdu. Karşımdaydı. Ama artık üstünde siyah deri ceket yoktu; keza ellerinde eldivenler de bulunmuyordu.

Gözlerinde yabancı bir acıma da yoktu. Aşina bir korku vardı sadece.

“Evet, benim, benim güzelim. Hadi gel, ne olursun, kalk hadi.” Sımsıkı tuttuğu kollarımdan beni kendisine çekerek ayağa kaldırdı; neredeyse çekiştirircesine küvetin içinden çekip aldı. Sayıklamalarımı sensin olarak duyduğunu fark etsem de onu düzeltmekle uğraşmadım. Beni, artık dumandan duvarların dahi gözükmediği banyonun ortasında bıraktı; yalnızca birkaç saniyeliğine uzaklaştı. Bir an sonra elinde tuttuğu ıslak battaniyeyi başımın üstünden atarak beni kolunun altına çekince, karşı koymaya yeltenmedim.

Nefes almak o kadar güçleşmişti ki artık, ciğerlerime saldıran duman başımı döndürmeye başlamıştı. Battaniyeyle yüzümü örterek, kendimi tamamen onun kollarına terk ettim; çünkü içimde hayatta kalmak için en azami hevesi bile bulamıyordum. Birisinin bunu benim yerime yapması gerekiyordu.

Merih beni koridora çıkarana kadar alevlerin evi ne denli sardığını fark edememiştim; ama her yerdeydi. Duvarlar sanki mumdan yapılmışçasına eriyordu; kapılar menteşelerinden ayrılmıştı. Salonun eşiğinden uzanan ateşin kızıl saçları öylesine gürdü ki neredeyse karşı duvara dokunacaktı. Gitgide harlanarak, çıkış kapısına varmamıza engel oluyordu.

“Siktir…” Merih kapısını kırdığım odasından üstümüze doğru püsküren alevlerle birlikte, beni panikle yana doğru sürükledi, kendisiyle tek bir beden hâline getirmek isteyerek göğsüne sertçe bastırdı. Nefes alamıyordu; benim aksime, onun üstünde battaniye falan da yoktu. Sadece bana doğru kapanmıştı, kolunu zar zor açabildiği gözlerine siper yapıyordu. Suratı is olmuştu; ellerinde benim dahi canımı acıtan, koyu yanık izleri vardı.

Onu bu hâlde görünce, ilk defa kurtulamayacağımızı düşünerek korktum. Telaşla üstümdeki ıslak battaniyeyi sıyırdım, parmak uçlarımda yükselerek onun da başının üstüne geçirmeye çalıştım. Bilinçsizce, yalnızca can havliyle yapmıştım bunu.

Ne yaptığımı anladığında gözlerinde korkunç bir şimşek çaktı. “Hayır.” Hızla battaniyeyi sırtından itekledi ve geri benim üstüme attırdı. Sonra birden bunun bile saniyeler içinde hiçbir etkisinin olmayacağını idrak etmiş olacaktı ki, gözlerinde bir kararlılık zuhur etti. Battaniyeyle uğraşmayı bırakarak eğildi, tek bir hamlede beni kucağına aldı. Telaşlı sesi, tüm çatırtıları bastırabilmişti. “Sarıl bana, yüzünü koru.”

Alevlerin ucundan geçeceğini anlayınca hiç itiraz etmeden kollarımı ona dolayarak yüzümü boynuna gömdüm; zaten daha fazla gözlerimi açık tutacak takatim de kalmamıştı. Duman öylesine canımı yakıyordu ki, aralıksızca yanaklarıma sıcak yaşlar devriliyordu. Ya da belki de ağladığım içindi bu; duygularım çözülemeyecek kadar kördüğüm olmuştu o an.

Merih korkusuzca alevlerin arasından geçerek kapıya doğru atıldı; bir anlığına tavandan tepemize devrilen ufak ateş parçalarından sıyrılmak için yana kaçılınca yanımızdaki portmantoya devrildi. Ben çarpmayayım diye yaptığı bu ani manevra, onun daha sert toslamasına neden olmuştu. Büyük bir gümbürtü koptu ve kesik bir kuş sesi duyuldu ama ikimiz de o an için bunun, Aziz’in bize gönderdiği papağan olduğunu idrak edemedik.

Büyük bir engel gibi yamularak yolumuzu kapatan kapıya doğru tüm gücüyle tekme atınca, yarısı külleşerek erimiş olan ahşap parçası savruldu ve bahçeye doğru devrildi. Temiz havayla temas eden alevler sanki daha da hiddetlendi; adeta kükreyen bir ejderha misali, artık evin tavanına doğru yükselmişti.

Korkuyla gözlerimi açınca koridorun en dibinde, alevlerin gölgesinde dikilen Cemre’yle karşılaştım. Midemin bulandığını hissettim; tepeden tırnağa titredim. Merih aceleyle bahçeye doğru atılınca, kardeşimin silüeti de kızıl dalgaların arasında yok oldu. Hatta öylesine hızlı yok olmuştu ki, sadece bir sanrının yansıması oluşunu bana bir nevi kanıtlamıştı.

Birilerinin adımızı haykırdığını duyunca dikkatim dağıldı. Merih beni olabildiğince evden uzaklaştırarak yere bırakırken, nefes nefese söylendi; öylesine kızgındı ki kelimeleri birbiri üstüne biniyordu. “Neden dışarıya atmıyorsun kendini hemen? Neden? Ölmek mi istiyorsun? Ne yapıyorsun içerde?”

Battaniyeyi omuzlarımdan sıyırarak yere fırlattım. Ayakta durabilmek için birkaç savsak adım atmak zorunda kalmıştım. Soluk soluğa Merih’le bakıştığım kısacık anda bile içimde fırtınalar savrulmaya başlamıştı. Fakat henüz ben bir karşılık veremeden, koşarak yanımızda beliren bir kadınla irkildim.

Merih’in ablası Selin’di bu. Ağlayarak bağırıyor, sesine sinmiş olan korkuyla bütün mahalleyi inletiyordu. “Allah’ım şükürler olsun, hiç çıkmayacaksınız diye çok korktum! Şükürler olsun!”

Ancak ben henüz ateşlerin içinden sıyrılıp kurtulmamızın şaşkınlığını üstümden silkeleyemeden, Merih ansızın arkasını döndü ve cayır cayır yanan eve doğru tekrar koşmaya başladı. Hayretle ileri atıldım; sanki ellerimden kayıp düşen bir şeyi tutmaya çalıştım fakat bir adımdan öteye gidemedim. Ne yapıyordu? İrileşen gözlerle, havayı eriterek gökyüzüne savuşturan alevlerin, tüm bedenini yutuşunu seyrettim.

Sanki kalbim dalından kopan yaprak gibi göğüs kafesimden ayrıldı, korkularımın üstüne devrildi.

Selin çığlık çığlığa kardeşine seslenirken, sokakta istiflenen insanlardan da panik dolu bağırışlar yükseldi; böylece ötedeki kalabalığı da fark edebildim. Korkudan kararmış suratların içinde tanıdık bir sima gördüm birden; Merih’in annesi Derya teyze ağlayarak oğlunu yutan alevleri seyrediyordu.

Ama bahçede fırtına misali esen kızının aksine oldukça sakindi; daha çok usul usul yağan bir yağmur gibiydi.

“Nereye gitti bu çocuk? Neden geri girdi yangının içine? Neden? Kafayı yiyeceğim!” Selin abla çaresizce bağırarak etrafında döndü; tam bu esnada gözü bana takıldı. Öylece orada dikilen fersiz bedenim ve önümüzdeki faciaya rağmen hiç gözyaşı dökmüyor oluşum, apaçık onu rahatsız etti. Üzerime doğru yürüdü ama birkaç adım ötemde yeniden duraksadı. “Neden yangın olmasına rağmen evden dışarıya çıkmadın? Kaç defa seslendim sana Demre diye. Bekledim, bekledim, sonunda Merih’i aramak zorunda kaldım. Sana bir şey oldu sandık!” Hışımla evi gösterdi. “Senin yüzünden eğer ona bir şey olursa…”

Ama sözünü tamamlayamadı; ikimiz de evden dışarıya fırlayan bir sületle o tarafa dönmüştük. Merih elinde tuttuğu kocaman bir cisimle ateşlerin içinden bize doğru gelirken, önüne düşen siyah dumanı eliyle savuşturuyordu. Gözleri yanmaktan kızarmıştı; suratında is lekeleri vardı ve nefessizce durmadan öksürüyordu.

Biraz ötemize varınca durdu; sımsıkı elinde tuttuğu kafes hafifçe sallanıyordu.

“Sen, ne-?” Selin abla nevri dönmüş bir hâlde kafese bakakalmıştı. “Bunun için…”

Hiçbir tepki veremedim. Ne bir kelime dokunabiliyordu dudaklarıma, ne de içimdeki duygular dokunabiliyordu bana. Rayından çıkıp fırlamış gibiydi bedenim; kendimden dışarıya savrulmuştum sanki.

Kafesin dibine kıvrılmış, cansız papağandan başka hiçbir yere bakamaz olmuştum.

Selin abla tahammülsüzce saçlarını kavradı; artık çığırından çıkmış gibi bağırıyordu. “Sen nasıl bir manyaksın? Sırf bir kuşu kurtarmak için yangının içine mi daldın Merih? Annemin gözü önünde hem de? Ölmüş bir kuş için? Ölmüş! Aptal!”

Merih, canını yaktığı belli olan derin bir nefesle başını geriye attı. Ablasının hiddetiyle çelişkili bir sakinliği vardı. “Bir canı ihtimale bırakamazdım. Öldü evet, ama ya yaşasaydı?”

Sözleri sanki zihnimde kopan bir feryattı; irkiltmişti beni.

Anında gözlerime nüfuz eden yaşlar, bütün dünyamı bulanıklaştırdı. Arkada cayır cayır yanan ev artık belli belirsiz, kırmızı bir sületten ibaretti. Selin’in öfkeyle onu azarlamaya devam ettiğini işittim; ama kelimelerin anlamlarını duyamadım. Hâlâ ölü kuştan başkasına bakamıyordum.

“Kardeşim için de aynısını düşündün mü?” O kadar ızdırap vermişti bu soru bana, sanki dilimde bu duygunun tadı kalmıştı. Buna rağmen, kendime eziyet edercesine, tekrarladım. “Cemre’nin ölümünü izlerken de aynısını düşündün mü?”

Kafes elinden kayarak yere düştü, yana devrildi ve gürültüyle öteye yuvarlandı.

Sanki zaman olduğu yere çakıldı, durdu.

Gözlerimiz birbirine değdiğinde daha fazla kendimi tutamadım, ağlamaya başladım. Suratına vuran alevlerin gölgesi tenini kıpkırmızı yapmıştı; ama gözlerinde o kadar paramparça bir renk vardı ki sanki gerçekten de evimizdeki yangının içindeydi, diri diri yanıyordu. Öyle ki şok olmuştu, konuşamıyordu.

“İnkar etsene.” Kesik kesikti sesim, ağlıyordum ama her nedense, bağıramıyordum. Hışımla yanına gidip hırpalamak, çekiştirmek, belki de avazım çıktığı kadar haykırmak istiyordum fakat yapamıyordum. “Küçücük bir kız canice öldürülürken, bir kuş için yangınlara atlayan adam neredeydi?” Sanki binbir parçaya ayrıldım, içimde bir şeyler devrildi; ama tutamadım. “Bir kuş kadar bile değeri yok muydu benim kardeşimin?”

Selin abla artık tek kelime dahi etmiyordu; o kadar derin bir şaşkınlığa saplanmıştı ki, sanki bacakları işlevini yitirmişti. Hiç kımıldamıyordu. Sessizce bir bana, bir kardeşine bakıyordu.

Merih bana doğru büyük bir adım attı; ama sonra sanki kendi şaşkınlığına tosladı, aniden durdu. “Hayır, hayır, bekle, hayır,” Panikle başını iki yana sallayarak ellerini havaya kaldırmıştı; yerimden hiç kımıldamama rağmen, kaçıp gitmemden korkuyordu. “Sen- nasıl? Hayır. Açıklayabilirim. Uğraştım, yemin ederim uğraştım. Açıklayabilirim, Demre. Ne duyduğunu bilmiyorum ama hayatım boyunca bunun vicdan azabını çektim, pişmanlığını yaşadım ben. Ama gerçekten o gün kardeşini kurtarmak için uğraştım. Yemin ederim uğraştım. Lütfen düzgünce açıklamama izin ver…”

“İnkar etmiyor…” Vazgeçerek yüklemsiz bıraktım cümlemi. Çünkü inkar etmeyecekti. Yutkundum, öksürdüm; kupkuru kesilen boğazımı yatıştırmaya çalıştım. Sonra birden uzaklardan gelen siren sesleri işittim. Başımı çevirip, bulanık gözlerle sokaktaki güruha baktım. Suratlarını seçemediğim birkaç polisin belirdiğini gördüm.

Artık gözlerine bakamadığım Merih’in, hâlâ aynı histerik bir çaresizlikle, “Lütfen açıklamama müsaade et, önce sakin bir yere gidelim, lütfen…” dediğini, her cümlesinin sonuna da tıpkı nokta gibi ama biraz da yalvarırcasına, ismimi koyduğunu duyabiliyordum.

Ama artık orada, karşısında değil gibiydim.

“Sırf bir kuş için ne kadar hızlı geldiler.” Tekrar ötedeki kafese döndüm, tenimi yakan tuzlu yaşların tadına varınca da ansızın güldüm. “Halbuki Cemre için gelmeleri çok uzun sürmüştü. Gerçi burası nezih bir mahalle, ondan herhalde. Biz arka mahallelerde, polisin bile adım atamadığı bir semtte, hatta kimin girip kimin çıktığı belli olmayan bir otelde yaşıyorduk. Ondan herhalde, canımız o kadar da kıymetli değildi…”

Selin ablanın, Merih’e attığı kaygılı bakışların suçunu, resmen omuzlarımda hissettim. Dudaklarımdan garip, neşeli fakat hırçın bir gülüş daha taştı. Çıkan sesin utancıyla, belki de biraz hareketlenerek örtbas etme gereksinimi duydum ve hızlıca yanağımı sildim, hiç gereği yokken saçımı düzelttim.

“Polisler gelene kadar, kardeşimin bedeni çoktan soğumuştu bile.” Arkamızdaki kalabalığı dizginlemeye çalışan polislerin sesini duydum. Evle işi neredeyse biten alevlerin, arsızca bahçedeki ağaçlara sıçradığını görebiliyordum. Sanki öfkesi her saniye giderek harlanıyordu; çıtırtıları neredeyse tüm gürültüleri bastırabiliyordu. “Öylece, boğazından asıldığı yerden sallanıyordu. Gözlerini kapatacak vakti bile olmamıştı. Ölmeden önce, en son ona verdiğim elmayı yemişti. Belki de lokması hâlâ boğazındaydı, yutkunamamıştı. Üstünde hâlâ okul üniforması vardı. Ne olurdu sanki okuldan dönerken otobüsünü kaçırsaydı? Sinirlenseydi, bütün günü mahvolsaydı ama o otobüsü kaçırsaydı. O akşam otele hiç varamasaydı. Ne olurdu sanki ona verdiğim elmayı bitirebilseydi?”

“Yapma böyle, lütfen Demre…” Selin abla gözlerini yumarak, acıyla yüzünü buruşturdu. Sanki duyduklarını zihninde canlandırmaya tahammül edemiyordu.

“Neyi yapmayayım?” Tekrar güldüm; ama her nedense, bu gülüş gözlerime daha fazla yaş doldurdu. “Benim hayatım zaten yapamadıklarımdan ibaret. Bırakın bari, bunu yapayım.”

Merih kararlı bir duruşla araya girmeye yeltendi; ama gözleri nemlenmişti. “Demre…”

Ama ablası ondan önce davranarak, tam karşıma geçti. “Emin ol, seni çok iyi anlıyorum. Ben de kardeşimi kaybettim, nasıl bir duygu olduğunu çok iyi biliyorum. Neler yaşadığını tahmin edebiliyorum…”

Tıpkı bir hançer gibi, sözünü kestim. “Hiçbir bok tahmin edemezsin Selin.”

Ansızın aramızdan çekip attığım saygı ithamları, dumura uğrattı onu; ne diyeceğini, acıma nasıl yaklaşacağını bilemedi. Kısa bir süre susarak, soluklandı. Ellerini nereye koyacağını kestiremeyerek, durmadan kımıldatıyordu. En sonunda, beni ikna etmesine yardımcı olacaklarmış gibi, bana doğru kaldırdı.

“Tamam, bak, yaşadıklarını küçümsemiyorum. Tahmin edemem, doğru, haklısın,” Merih sanki içinde bulunduğumuz ana tutunmakta güçlük çekiyormuş gibiydi, yüzünü sıvazlarken sırtını bize dönmüştü. Ne yaşadığını sezebilmek imkansızdı. Yerini bir süreliğine ablasına devretmiş, kendine toparlayabilmek için birkaç adım yanımızdan uzaklaşmıştı. “Ama kardeş acısının nasıl bir şey olduğunu çok iyi bilirim. Merih seni gelin olarak bizim eve getirdiği günden beri, ailemiz gibi benimsedik seni.” Derin bir nefes aldı, sesini dengeli tutmaya çalışıyordu. “Ama sen daha birkaç saat önce kapıma dayandın, ailemle alakalı tuhaf sorular sordun bana. Aklından neler geçiyor, hiç bilmiyorum ama bizim nasıl insanlar olduğumuzu anlamış olman gerekirdi bu zamana kadar.”

Hiçbir karşılık vermeden sessizce dinlediğimi görünce, savunmasını devam ettirdi. Polislerden birinin bizi yangından uzaklaşmamız için ikaz etmesine rağmen, istifimiz bozulmamıştı.

“Merih’in sana ne kadar değer verdiği çok belli. Kötülüğünü istemeyeceğine eminim,” Hâlâ sırtı bize dönük, suskunluk içinde yangını seyreden kardeşine kısa bir bakış dokundurmuştu. “Açıklama yapması için ona şans ver. Bu kadar katı olma. Eminim, geçerli bir nedeni vardır geçmişte yaşanılanların.”

Duyduklarım beni o kadar kışkırtmıştı ki, hıncımı nasıl çıkaracağımı şaşırdım. “Sen de böyle açıklama yapmasına izin mi vermiştin kardeşinizi öldürdükten sonra?”

Aniden tepemize kara bulutlar çöktü.

Nitekim artık Selin’in de gözleri kararmıştı. “Yeter. Söyleyip durma şunu, annem var.” Öfkeyle, kaldırıma çökmüş komşuları tarafından sakinleştirilen annesini kolaçan etti. İyice yakınıma sokulmuştu; artık aynı kaderin mağduru olduğumuza dair teskinlerle uğraşmayacaktı. “Derdin ne senin bizimle ya da Furkan’la? Ölmüş gitmiş çocuğun arkasından saçma sapan dedikodular yayıyorsun, bizimle uğraşıyorsun. Nasıl öldüğünü ne yapacaksın, sana ne bundan? Hiç utanman, arlanman yok mu senin? Kendi ölmüş kardeşinden utan bari…”

Ansızın vücudumdaki bütün kan çekildi, beni dizginleyen sabrı tamamen yitirdim.

Tüm gücümle suratına indirdiğim tokat, gerisinde ürkütücü bir gürültü ve beklenmedik bir suskunluk doğurmuştu. Selin’in başı yana düşerken, konuşması yarıda kesildi. Merih çıkan sesin şaşkınlığıyla hızla bize döndü; darmadağınık suratında hiçbir duygu seçilemiyordu. Yaşadığı her his çok baskındı; hepsi birbiriyle harmanlanmıştı.

“Sakın kardeşimi kullanarak bana duygu sömürüsü yapmaya kalkma.” Artık ağlamıyordum; dinmiş, tenimde kurumuştu gözyaşlarım. Yalnızca öfkeden ibarettim. “Evet, hiç utanmam, arlanmam yok. Evet, benim bütün derdim sizinle.” Selin neye uğradığını şaşırarak başını kaldırdı, gözlerime baktı; iki eliyle yanağının üstünü örtmüştü. “Sizin de cemiyet kanı taşıdığınızı bilmiyorum mu sanıyorsun? Konaklarda, malikhanelerde yaşamıyorsunuz diye onlardan bir farkınız olduğuna mı inandırdınız kendinizi? Hiçbir farkınız yok.”

Selin korku içinde, kardeşine doğru birkaç adım geriledi; kekelemeye başlamıştı. “Sen ne diyorsun? Ne-?

“Benim derdim cemiyetteki herkesle. Masum insanların öldüğünü bilmesine rağmen susan herkesle.” Titremeye başlamıştım; sanki öfkem damarlarıma karışarak tüm bedenime yayılsa rahatlayacaktım. Fakat bir türlü olmuyordu, patlamaya hazırlanan bir yumru gibi sadece göğsümde birikiyordu. “Annenle sen de susmadın mı bunca yıl? Yapılanları örtbas etmedin mi? Sen de bu çarkın bir dişlisisin. Susarak, kardeşimin boynuna urganı geçirenlerden birisin.”

Selin yıllardır içsel mücadelesini verdiği bir gerçeğin yüzüne çarpılmasıyla sersemlemişti, belliydi. Vicdanının yükünü daha fazla taşıyamayarak hızla elleriyle yüzünü örttü; ve birden hıçkırarak ağlamaya başlamıştı. Kaçarcasına benden ve hoyratlığımdan uzaklaşmıştı.

“Demre, dinle,” Merih kapana kısılmış birisi gibi, umarsızca bana doğru yaklaştı.

Gerileyerek ondan uzaklaştım. Gözlerinden başka hiçbir yere bakamıyordum. “Boşanmak istiyorum.”

“Ne?” Olduğu yere çakılı kaldı sanki; bütün vücudu taş kesmişti. Kör gözü dahi acıdan buğulanmıştı. Kenarlarında biriken ufak yaşlar, düzensiz bir hâlde kirli sakallarına doğru devriliyordu. Bir şey söylemek için dudaklarını araladı ama geri kapattı; sonra tekrar araladı ve tekrar kapattı. En sonunda yalnızca şu kelimeyi söyleyecek kadar nefes bulabildi. “Açıklayabilirim.”

“Boşanmak istiyorum, artık yapamam ben.” Arkamızdaki yangını bile imrendirecek kadar cayır cayırdı içim. Tuhaftı; istediğimde, her türlü ateşten daha fazla yakabiliyordum kendimi. “Masum olsaydın, açıklama yapmak zorunda da kalmazdın.”

Daha fazla gözlerine bakma eziyetine katlanamadım ve hızla arkamı dönerek hengamenin koptuğu sokağa doğru yürümeye kalkıştım. Fakat iki adımdan öteye gidemedim.

“Hayır, hayır, lütfen dur!” Merih panikle adımlarıma yetişerek, çevik bir manevrayla önüme geçti ve iri bedenini yoluma bir duvar misali ördü. Kokusu yüzüme çarptı ve her nasılsa, az önce ablasına attığım tokattan bile daha fazla canımı yaktı.

Daha önce hiç şahit olmadığım bir korkuya ve çaresizliğe tutsak olmuştu. Her milimini ezbere bildiğim suratında, kusurlu gözlerindeve hatta ellerinde bile, çok yabancı olduğum bir korku hakimdi.

Sanki kulağıma korkmadan diye fısıldayan adam o değildi; bu yatıştırıcı tesellinin sahibi sanki o değildi.

“Lütfen, yalvarırım, bana açıklamam için bir şans ver.” Gözlerini hiç kırpmadan, yalnızca birkaç santim ötemden bana bakıyordu. Elleri umarsızca havadaydı; nereye konacağını, ne yapacağını bilemeyen amaçsız uzuvlardan ibaretti. Dokunacak kadar bile cesareti yoktu. “Lütfen, Demre, lütfen. Tek bir şans ver bize. Tek bir şans. Yemin ederim her şeyi anlatacağım. Bitti, tamam, buraya kadar. Her şeyi anlatacağım sana. Yemin ederim.”

Canım o kadar acıdı ki tekrar ağlamaktan korktum. Tek bir kelimeyi sarf edecek kadar bile gücüm kalmamıştı. Yapamıyordum. Aylarca onun sesinden dinlemek istediğim hakikatler artık benim tarafımdan duyulabilmek için kıvranıyordu. Fakat artık ben duymak istemiyordum. Sırf hıçkırıkların taşmasına mani olmak adına dudağımı dişledim. Umut dolu bir beklentiyle suratımda gezinen gözlere bakarken, başımı iki yana salladım.

Mümkünmüş gibi, daha da panikledi. Sanki artık ellerinden kayıp gitmekte olduğumu biraz daha idrak etmişti. Belki de bu paniğin cesaretiyle, şuursuzca ellerime sarıldı. Dokunuşuyla sanki ruhum irkildi; henüz yangından yeni çıkmış birisinden beklenmedik şekilde elleri buz kesmişti fakat tanıdıklığı hâlâ sıcacıktı. İkna edebilmek için üzerime doğru eğilmişti; artık resmen yalvarıyordu. “Tamam, hiçbir şey dinlemene gerek kalmayacak. Göstereceğim sana. İzin ver bana, göstereyim sana. İzin ver, seni karargâha götüreyim. Hadi güzelim, yapma böyle, yalvarırım yapma. Sadece bir şans ver bize. Yemin ederim sonra seni hiçbir şeye zorlamayacağım. Yemin ederim. Lütfen, Demre. İzin ver, kim olduğumu göstereyim sana.”

Defalarca kez başımı iki yana salladım. Artık hıçkırıklarımı yutamıyordum; bütün bedenim sarsılıyordu. Sanki sımsıkı ellerimi tutan elleri olmasa, ayakta kalabilmem için hiçbir sebebim de kalmayacaktı geriye. Her an devrilip düşecekmiş gibi, hafifçe sallanıyordum.

Tam bu esnada alevlerin usulca, bahçedeki yaşlı incir ağacına saldırdığını gördüm. Sanki yanmanın acı kokusu burnuma kadar uzanmıştı. Çünkü yanan yalnızca bir ağaç değildi. Gölgesinde söylenen sözlerdi. Aylardır dallarında açmasını beklediğimiz çiçeklerdi.

Tüm imkansızlıkların içinde sımsıkı tutunduğumuz ihtimallerdi.

“Hayatım boyunca bunun cezasını çektim kendi içimde. Bir gün günahlarımın bedelini ödeyeceğim ama lütfen Demre. Bir şans ver bana, lütfen, yalvarıyorum sana.” Beni ikna edemeyeceğini sezmişti sanki; içli bir nefes vererek başını eğdi. Kaşları titreşiyor, yanaklarını ıslatan yaşlar her saniye burnunu çekmesine neden oluyordu.

Öylesine derin bir kederde boğuluyordum ki onu ilk defa böyle ağlarken görmenin şaşkınlığını bile soluyamıyordum; o denli nefessizdim.

Ellerimi çekmek isteyince zorlamadı, bıraktı. Ama sanki bu vazgeçiş üstüne tonlarca ağırlıkta bir veda bindirmiş gibi, omuzları düşmüştü. Sonra birden öne doğru büküldü, ben henüz ne yaptığını anlayamadan, sertçe kendisini yere bırakarak dizlerinin üstüne çöktü. Hâlâ başı önüne eğikti, kaldırmamıştı; kesik kesik içini çekiyordu.

Dağ gibi adam, resmen önüme yıkılmıştı.

Olduğum yere çakılmıştım. Hareket dahi edemiyordum; kollarım amaçsız birer uzuv gibi iki yanımdan sallanıyordu.

Biraz ötemizde, sonunda kendisini dizginlemiş olan Selin’in, keza kaldırım kenarında oturan Derya teyzenin bile hayretle ayağa kalkarak bize baktığını gördüm. İlk defa oğlunun bu şekilde çöküşüne tanık olduğu, şaşkınlığından anlaşılabiliyordu. İki kadının da gözleri irileşmişti.

Merih’in kendi içine doğru, kederli bir boğuklukla yalvardığını duydum. Sanki ruhumdan koparılmıştım; zihnim uyuşmuştu. Bedeninin ağırlığı altında ezilerek biraz daha eğildiğinde ve alnını karnıma yasladığında, kendimi daha fazla tutamayarak ağlamaya başladım. Bu hafif ama ağır temas, içimde bir şeyleri söküp attı. Sanki beni tüm duygularımdan, yaşananlardan sıyırdı.

Gerçekten de bir sondaydık; fakat bu vedalarla süslenen sonlardan biri olamamıştı. Belki istemeden, belki yolunu kaybederek vardığın çıkmaz sokak gibi bir sondu. Tek bir adım bile ilerlemene müsaade etmeyen bir sondu bu.

Ama zaten çıkmaz bir sokakta geri adım atmak da ilerlemek sayılırdı.

Nefessiz bir hâlde başımı kaldırıp, gökyüzüne savrularak geri tepemize süzülen binlerce minik küle baktım. Umutla, bir gün çiçek açmasını beklediğimiz incir ağacının dalları, alevlerin altında usul usul eriyordu. Artık çiçek açması imkansızdı.

*

Sonraki bir saat boyunca ne yaşadığımı algılayamacak kadar şuursuzdum.

Evimin yanıp kül olmasından ötürü kederli olduğumu zanneden mahalle sakinlerinin habire sırtımı sıvazlamalarına, nazik tesellilerine maruz kaldım. Öte yandan, her an devrilecekmiş gibi hafif eğik şekilde bir arabanın kenarına yaslanmış hâlde duran Merih’in varlığıyla sınanırcasına, öylece dikildim.

Üstündeki kazağın ucu tutuşmuştu; sağ kolunda büyük bir kesik vardı, tenindeki yanık buradan dahi seçilebiliyordu. Yüzü is lekeleriyle kararmıştı. Kömür karası saçları terden alnına yapışmıştı, stresinin izlerini gösterircesine de kabarmıştı. Tiftik tiftikti. Neredeyse arabanın kaportasına oturmuştu; tek bacağı biraz daha havadaydı; tıpkı kolundaki gibi, üst bacağında da büyük bir yanığın izleri vardı. Canı epey acıyor olmalıydı. Fakat her nasılsa, hiç belli etmiyordu. Keyifsizliğinin anlaşıldığı tek yer, çatık kaşlarıydı.

Annesiyle ablası devamlı etrafında dolanıyor, pervane misali dönerek her fırsatta endişelerini sesli biçimde dile getiriyorlardı. Fakat ikisi de benden tarafa yanaşmıyordu. Derya teyzenin bana dokundurduğu tepkili bakışlardan, kızına attığım tokata şahit olduğunu anlamak pek de zor değildi zaten.

“Kardeşimle ilgilenir misiniz?” Selin’in, henüz gelmiş olan sağlık personellerine el kol yaptığını gördüm. “Yaraları var.”

Merih, ekipmanıyla birlikte yanına gelen sağlıkçıyı kayıtsızca durdurdu ve birden karşı kaldırımda dikilen beni gösterdi. “Karımla ilgilenin, benim bir şeyim yok. Çok duman soludu. Ben iyiyim.”

İçimde bir yer sızlamıştı. Bana hâlâ karım diye hitap ettiğini duymak, resmen işkenceden farksızdı. Çabucak yanıma gelen sağlıkçının direktiflerini dinleyerek, ilk müdahaleyi yapmasına müsaade ettim ama sankio beni iyileştirmek için uğraştıkça, ben tekrar bedenimden uzaklaşıyordum. Hangi ara olduğunu bile bilmediğim elimdeki ufak kesiğe pansuman yapan kadını beklerken, Merih’in karşı kaldırımdan sesini duyunca istemsizce o tarafa baktım.

Rastgele önünden geçen polisi durdurmuştu, “Sigaran var mı kardeşim?” diye soruyordu.

Adamın cebinden paketi çıkarıp ona uzatışını seyrettim. Bana verdiği sözü bozacaktı. Nedenini bilmiyordum fakat bunu düşünmek tadımı kaçırmıştı. Kendimi yok sayılmış gibi hissetmiştim. Adamdan çakmağı ödünç alırken ansızın gözleri beni buldu; hâlâ içlerindeki hüzün yerindeydi ama anlayamadığım, başka bir renk daha vardı.

Sigarayı dudaklarının arasına gevşekçe bırakıp yaktığı çakmakla ucunu tutuştururken, gözlerimizi bir an dahi birbirinden ayırmadı. Meydan okuyan veyahut sözünü çiğneyen bir arsızlığı yoktu. Aksine, ifadesi yalnızca burukluktan ibaretti. Ama haftalar sonra ilk kez içine çektiği tütünden ne denli zevk aldığı, gevşeyen bedeninden bile okunabiliyordu. Suratı kısa bir süreliğine dumanın ardına saklansa da gözlerini yine de üstümden ayırmadı.

O hüzünlü bir keyifle sigarasını tüttürürken, fersizce onu izledim. Ne bir şey yaptım, ne de söyledim; ama nedense, izlemekten de kendimi alıkoyamadım. Ne gösterecekti bana? Karargâh dediği neydi? Kim olduğumu göstereyim derken neyi kastetmişti? Tüm bu düşünceler o kadar kemiriyordu ki beni, aldığım her nefeste huzursuzluğum artıyordu.

Ama o esnada üzerinde kafa yoracak imkanım da pek olmamıştı.

Kendimi polise yalanlarla süslediğim birkaç kelimelik ifade verirken buldum, ardından birkaç sağlık personelinin beni zorla sürüklediği ambulansın içindeki sedyede maskeyle oksijen solumaya başladım. Henüz birkaç dakika geçmişken, birden iki siyah minibüsün sokağı dönerek mahalleye daldığını gördüm.

Telaşla maskeyi suratımdan söküp sedyeye attım ve ayaklandım; çünkü arabaları tanımıştım.

Henüz minibüs durmadan kapısı yana kayarak açıldı ve yalnızca saniyeler içerisinde sayısız adam istila ederek sokağa döküldü. Hepsi simsiyah, takım elbiseli adamlardı; hatta öyle ki devamlı evimizin etrafında dolanırken karşılaştığım tanıdık simalardı.

Hızla arabayı terk ederek, sur gibi iki yanına dizdiği adamların arasından telaşlı adımlarla yürüyen babamı görünce ürperdim. Anında varlığımı sezmiş ve sanki eliyle koymuş gibi koyu gözleri üstüme saplanmıştı. O kadar ani bir teşrifti ki bu, mahalle sakinini ürkütmüştü; uğultulu mırıltılar ayyuka yükselirken, herkes duvar kenarlarına doğru uzaklaşmıştı.

İtfaiye araçlarının yanından geçerek ambulansa, yani bana doğru yürüyen babam, peşinden kuyruk gibi sürüklediği adamlarla anında polisleri rahatsız etmişti. İçlerinden biri bu kargaşaya mani olmak için birden yoluna çıkınca yavaşlamak zorunda kaldı; ancak bu onu durduramadı.

Polis elini kaldırarak üzerine yürüdü. “Bir dakika ne oluyor böyle, siz kimsin-?

Babam adamın suratına dahi bakmadan, yakasını kavrayarak saniyelik bir güçle arkaya kabaca itekledi ve önünden çekti. Büyük bir gümbürtü koptu. Böyle bir karşılık beklemeyen zavallı adam dengesini yitirmişti; arkasındaki itfaiye aracının kaportasına sırtüstü uzanmıştı.

Kalabalıktan korku dolu iç çekişler yükseldi. Asayişi simgeleyen bir adamın bu kadar korkusuzca ezilip geçilmesi, herkesi hayrete düşürmüştü. Üstelik emin adımlarla, gözünü üstüme kenetlemiş hâlde üzerime yürüyor oluşu da bana pek fayda sağlamıyordu. Kendimi sorumlu hissetmiştim.

“Ne işin var senin burada?” Öteden mızrak fırlatır gibi sormuştu bu soruyu; henüz yanıma bile varmamıştı. “Önce oradan başlayalım.”

Saniyeler içinde tam karşımda durarak ellerini gevşekçe beline koydu; siyah ceketinin uçları kıvrılmış, iki yanına sıkıştırdığı silahların kabzası meydana çıkmıştı. O kadar gergindi ki üç saniyeden fazla tek bir yere bakamıyordu. Durmadan etrafta göz gezdiriyor, kolaçan ediyordu.

“Selin ablayla konuşmak için gelmiştim, sonra birkaç parça eşya almak için eve uğradım.” dedim, çabucak. Kalkan gibi etrafımızı saran adamlarla polislerin ufaktan atıştığını görmek panikletmişti beni. Bir an önce buradan uzaklaşmamız iyi olacaktı.

“Yaralandın mı?” Artık gözleri üstümdeydi; endişeyle her yanımı süzüyordu.

“Hayır,” diyecekken, beni duymadı bile.

Elini sırtıma koyarak hemen yanında dikildiğimiz ambulansın arkasına doğru nazikçe yürüttü. Henüz ne olduğunu anlayamadan da bırakarak, birkaç adım ötedeki sağlık personelini omzundan sertçe yakaladığı gibi yaka paça yanıma çekiştirdi; sanki tuttuğu şey cansız bir bez parçasıydı. “Muayene et hemen.”

Genç çocuk bu ani yer değişikliğiyle neye uğradığını şaşırmıştı. Korkuyla bir babama, bir arkasındaki uğursuz tipli adamlara bakarken, “Zaten etmiştim abi.” diyebildi sadece.

“Evet etti, hiçbir şeyim yok benim…” diyerek sesimi duyurmaya çalıştım.

Çocuğun yakasını bırakmadan, resmen dişlerini sıkarak emretti. “Tekrar.”

Babamın sağ kolu olan Ömer abinin birden kenardan belirerek, tehditkar bir edayla adama sokuluşunu izledim. “Ne diye tekrarlatıyorsun lafımızı oğlum sen?”

“Tamam, tamam,” Çocuk ellerini havaya kaldırarak, her an üstüne çullanacakmış gibi gözüken adamları yatıştırmaya çalıştı.

“Biraz sakin olur musunuz? Herkes bize bakıyor.” Sinirli sinirli çemkirdim ikisine doğru; etrafımızdaki insanların işkillenerek bizi seyrettiğini görmemek için kör olmak gerekirdi. Buna rağmen ısrarla magandalık yapıyorlardı. “Baba tamam, bırak çocuğu Allah aşkına işini yapsın.”

Uzanıp çocuğu elinden kurtardım, çabucak ambulansın kıyısına oturdum rahatça muayene edebilmesi için. Az önce yaptığı kontrolleri baştan tekrarlarken, aradaki tek farkın artık ellerinin titriyor oluşuydu çünkü babamın pür dikkat onu izlediğini görmüştü.

“Ne dedi sana?”

Tan Şahoğlu’ndan bahsettiğini anlayınca, konuşmamızı hatırlamak için uğraştım. Cemre hakkında söyledikleri öylesine hafızamı istila etmişti ki, konuşmanın öncesini veyahut sonrasını bile anımsayamıyordum.

Sahi, ne konuşmuştu benimle?

“Meral ablanın kızları da alıp konağı terk etmesini kaldıramamış anladığım kadarıyla,” dedim, bölük pörçük kulaklarımda çınlayan sözlerini düşünerek. Suratındaki, gri gözlerindeki hıncı hatırlayabilmek kolay olmuştu. “Oğlunu kaybetmenin acısı da üst üste binince, benden bu şekilde öcünü almaya çalıştı muhtemelen.”

“Neden senden? Oğlunu ben öldürdüm. Yiyorsa benden alsaydı o siktiğimin öcünü.” Babam sinirli sinirli mırıldandı, sakallarını çekiştirerek sıvazladı; sonra birden karşı kaldırımdaki birine gözü takılı kaldı, dikkati dağıldı. “Şu kadın kim?”

Merakla öne doğru eğilerek Ömer abiye kimi sorduğuna baktım. Merih’in annesinden bahsediyordu. Derya teyzenin, babama ve adamlarına; ara sıra da bana dokundurduğu bakışları öylesine düşmancıldı ki, fark etmemek olanaksızdı. Adeta bilenerek süzüyordu bizi.

Ömer abinin çabucak, “Öğreneyim mi hemen, baba?” dediğini duyunca, araya girdim.

“Merih’in annesi o, Derya teyze,” İkisinin de bakışları bana döndü. “Kayınvalidem olur aynı zamanda. Beni ne kadar sevdiği bakışlarından belli.”

“Bizim damadın annesi mi bu?” Daha çok kendi kendine sormuştu bu soruyu. Kaşları çatılmıştı, zihnini bir şeylerin kurcaladığı belliydi. “Daha önce bir yerde gördüğüme eminim bu kadını. Tuhaf bir tanıdıklığı var…”

 Bütün bedenim kasıldı birden; nabzım hızlanmıştı. Merih’in aslında Hürkan soyundan olduğunu henüz bilmiyordu ama aslında düşününce, cemiyet yüzünden annesiyle geçmişte yollarının kesişmiş olması da oldukça muhtemeldi. Mümkün müydü bu?

Genç çocuğun kalp ritmimi ölçmek için parmağımın ucuna kıstırdığı ufak cihazdan yükselen bip sesleri ansızın hızlandı. Herkes dönüp bana bakınca panikledim iyice, çabucak parmağımdaki cihazı söküp attım. “Ay neyse, iyiyim işte. Gidelim buradan artık lütfen, çok yoruldum.”

Genç çocuk telaşla yorumunu ekledi. “Bir sorun yok, gayet iyi.”

Ambulanstan uzaklaşarak, babama doğru yürüdüm. Derya teyzenin hâlâ bizi dikizlediğini göz ucuyla görebiliyordum. Etrafı kolaçan ettim hızlıca. Merih ortalıklarda gözükmüyordu. Hayalkırıklığıyla, tekrar babama döndüm. “Eve gitmek istiyorum.”

“Tamam, götürecekler seni.” Babam elini sırtıma koyarak arabaya doğru yürümeye başlayınca, itiraz etmedim. Merih neredeydi? Kalabalığı ortadan yaran adamların içinden geçerken, babamın kızgın ama biraz da kırgın sözlerini dinliyordum. “Bir daha benim haberim olmadan dışarıya çıkmanı istemiyorum. Ne halledeceksen, benim de haberim olacak. Sana bir şey olursa kendimi asla affetmem. Bensiz tek bir adım dahi atmayacaksın artık. Duydun mu beni?”

Arabanın önüne gelmemize rağmen binmeme müsaade etmeyerek beni durdurdu. Kendisine çevirdi, gözlerimin içine baktı. “Duydun mu beni, Demre? Ciddiyetinin farkına var şu işin. Etrafımız çakallarla dolu, attığımız her adımı izliyorlar. Bu kadar düşüncesizce hareket edemezsin. Sen de bu cemiyetin bir parçasısın artık. Hem de mühim bir parçası.”

Cemiyetin mühim bir parçası olarak atfedilmek canımı sıkmıştı ama bu gerçeği inkar etmenin de bir getirisi yoktu şu noktada. “Merak etme baba, bugün daha iyi anladım zaten işin ciddiyetini. Artık sensiz adım atmayacağım, söz veriyorum.”

Gözlerindeki kızgınlık müthiş bir hızla hiçliğe karıştı, yerini bariz bir gurur aldı. Elinin tersiyle hızlıca ama hafifçe yanağımı okşadı. “Akıllı kızım benim.” Sonra hâlinden memnun bir şekilde etrafa göz gezdirirken mırıldandı. “Şu damadın da bir sırtını sıvazlamak lazım. Nerede bu zibidi?”

Şaşırmıştım. “Merih’in mi? Neden ki?”

“O arayıp haber verdi bana,” Hâlâ merakla, damadını bulabilme umuduyla etrafa bakınıyordu. “Hemen çıkmama rağmen bizden önce varmış. Uçarak geldi herhalde it.” Kendi kendine bu durumdan keyif alarak güldü. “Bir gün kendisini gerçek anlamda sevdirmeyi başaracak bu herif, yakındır ama hadi hayırlısı.”

Sevineceğimi zannettim bir an; fakat bir şeyler kursağımda kaldı. Sanki göğsüme bir yük oturdu ve istediğim duyguları hissedebilmeme mani oldu. Bu cümleyi babamdan duyabilmek için çok çabalamıştım ancak şimdi anlamsız bir kelime öbeği duymaktan farksız hissettirmişti. Acı vermekten başka bir etkisi olmamıştı.

Merih’in ortalıktan kaybolmuş olmasına şükrettim içten içe; babamın onu yanımıza çağırıp da sırtını sıvazlayışını izlemek ve önünde mutlu bir evli çift tiyatrosu oynamak, sadece eziyet verici olacaktı çünkü.

“Neyse hadi, seni eve götürsünler,” Babamın sesiyle zihnimden sıyrıldım. Beni arabaya doğru iteklemesine karşı çıkmamıştım, bir an önce bu hengameden uzaklaşmak istiyordum. “Ömer’le bizim halletmemiz gereken meseleler var, gidelim bakalım şu Tan Bey’in sancısı neymiş, öğrenelim. Gerekirse doğurtalım.”

Babamın yeniden bakışlarına hükmeden karanlığı seyrederek arabanın arka koltuğuna yerleştim. Gitmemesini, belaya bulaşmamasını söylemek istemiştim fakat bunun yersiz bir endişe olduğunu fark etmem kısa sürmüştü. Çünkü onun gibi bir adamın davasına müdahale edemeyeceğimi artık anlamıştım. Bu yüzden, kapı kapanmadan saniyeler önce sadece, “Dikkat et.” diyebildim.

Gözlerinde belli belirsiz bir mutluluk dolandı fakat bir karşılık vermedi.

Araba geri dönerek sokağı terk ederken, üzerinde hâlâ dumanı tüten evimi ve rüzgârların altında külleşerek etrafa savrulan incir ağacının çıplak dallarını seyrettim sessizce.

*

Arabadan inerek eve girdiğimde hala kendimde değil gibiydim. Sanki bedenim zihnime bir türlü yetişemiyordu, tökezleyerek gerisinde kalıyordu. Sessizce kapıdan içeriye süzüldüğüm esnada, birden koluma dolanan çeşitli eller yüzünden irkildim.

Meral ablayı ve kızları karşımda bulunca şaşırmadan edemedim; neredeyse onların da geçici olarak buraya taşındığını unutmuştum. Üstelik çok da uzun zaman geçmemişti ama hala burada onları görmek, tuhaftı.

“Demre kızım, nasılsın? Bir şeyin yok değil mi?” Meral abla kolumu hafifçe çekiştirerek beni kendisine dönmeye zorladı. Kaygılı kaygılı üzerimi süzüyordu. Çekik gözleri, biraz daha küçülmüştü. “Baban telaşla evden çıktı, soramadım da. Ama yangın çıktığını duydum. Önemli bir şey yok ya?”

Sinem yanıma gelerek üstündeki tozu silkeledi. “Neden yangın çıkıt? Bir yerine bir şey olmadı değil mi?”

“Hayır olmadı, merak etmeyin.” dedim çabucak, ben onları yatıştırmadıkça daha da alevlenecek gibiydi endişeleri. “Bir şeyim yok. Yangının neyden çıktığı belirsiz şimdilik, polisler araştıracakmış.”

Hiç düşünmeden söylediğim yalan, hiçbirine tatmin edici gelmedi ancak hiçbiri de üstelemedi. Birkaç hoşnutsuz mırıldanma dışında tepki de gelmemişti. Meral abla kendi kendine, “Nereden çıkmış olabilir ki yangın, hay Allah, olacak iş mi şimdi? Gitti güzelim eşyalar…” diye söylenirken, kızların ilgisi tamamen bendeydi.

Ece birkaç adım öne çıkarak üstümdekini çekiştirdi. “Berbat görünüyorsun gerçekten.”

Sinem onu sertçe dürttü. “Öyle denir mi?”

Yorgun yorgun güldüm. “Eminim berbat görünüyorumdur, zaten berbat da hissediyorum.”

“Sen zaten ne ara evden çıktın,” Aylin merakla kaşlarını çatmıştı. “Biz hiç fark etmedik. Hem başındaki yara da daha geçmedi. Neden etrafta dolanıyorsun ki?”

Sinem onu onaylar gibi mırıldandı. “Kafanda kocaman bir sürahi kırıldı, basit bir şey de değil ki. Dinlenmen gerekiyor.”

“Haklısınız ama erkenden çıkmıştım, haber veremedim.” Üstümdeki is kokulu ceketten kurtulup, bir kenara koydum. Mutfağın aralık kapısından, tezgahta çalışan Osman amcayı görmüş, tuhaf hissetmiştim. Sanki mazinin içinden kopup gelmiş bir hatıranın yansıması gibiydi. Hâlâ hiç gerçekçi gelmiyordu.

Sanki her şey bir rüya.

Enseme keskin bir sızı saplanınca yüzümü ekşittim. Başım adeta zonkluyordu. Çok fazla duman soluduğum için mi böyleydim? Kızların ne konuştuğunu bile yakalayamamıştım; âna tutunmakta güçlük çekiyordum. Meral abla sanki sessiz çırpınışlarımı sezinlemiş gibi, birden eliyle savuşturarak kızların sohbetini bölüverdi. “Ay tamam, sessiz olun bakayım. Demre dinlensin biraz, soluklansın.”

“Duşa girmek istiyorum sadece.” dedim, tek tek kızlara bakarak. Meral ablayı duymamışlardı bile; beni soru yağmuruna tutmaya hazırlandıkları suratlarından belliydi. “Üstüm başım çok kirlendi.”

“Tamam canım, sen git, keyfine bak.” Meral abla uzaklaşmam için teşvik edercesine sırtımı sıvazladı ama onun da gözlerini gölgeleyen merak duygusunu görebilmek mümkündü. Ancak yine de, bir şey sormuyordu.

“Ay çabuk gel ama meraktan çatlarız biz!” demişti, Ece.

Meral abla kızgın kızgın ona dönerek azarladı. “Kızı strese sokmayın bakayım!”

Gülümseyerek onlara sırtımı döndüm ve merdivenlere doğru yürüdüm. Birisinin beni durdurmasından çekindiğim için, tek solukta çıkmıştım yukarıya. Tam koridoru dönerek odamın kapısına doğru yönelmişken, ansızın basamakları tırmanan birisinin sesini duydum.

Kapının kulpunu kavradığım sırada, Meral ablanın çehresi köşeyi dönerek karşımda belirdi. Soluk soluğa kalmıştı, bariz bir şekilde de gergindi. “Demre’ciğim, aklıma bir şey takıldı.”

Huzursuzlandım. “Nedir?”

“Bu yangın meselesinin,” İyice yanıma sokulurken omzunun kıyısından merdiveni kolaçan etti hızlıca. Çekik gözlerinde kurnaz parıltılar oynaşıyordu. “Tan ile bir alakası var mı?” İnkar etmek için hazırlanırken, beni durdurdu. “Doğruyu söyle bana lütfen, aramızda kalacak.”

Bir süre gözlerine baktım sessizce. Sırf konağı terk ederek bizim yanımıza geldikleri için Tan’ın bu yolla acısını çıkarmaya kalkıştığını duysunlar istememiştim. Kendilerini suçlu hissedecek, hatta belki de bu duygunun fevriliğiyle apar topar babamın evini terk edeceklerdi. Meral ablayı tanıyordum. Böyle bir yükün altında kalacak birisi değildi o, biliyordum.

“Alakası yok.” dedim, hiç bozuntuya vermeyerek. Aklıma gelen ilk mantıklı yalanı söylevermiştim. “Aziz’den şüpheleniyorum ama kim olduğunu henüz bilmiyorum. Babam peşini asla bırakmayacaktır bu olayın, endişelenme sen de.” Kollarımı göğsümde kavuşturarak, etrafa bakındım ve umursamazca omuz silktim. “Eşyalar da önemli değil, yansınlar. Zaten burada fazlası var.”

Aziz’le ilgili söylediğim yalanın üstüne düşeceğini zannettim, kendimi vereceğim karşılıklara hazırladım. Zihnimde binbir yalanı birbirine bağlayarak, kulağa mantıklı gelen bir düğüm oluşturmaya uğraşırken, birden hiç beklemediğim yerden geldi soru.

“Sen iyi misin?” Sesi yumuşamıştı, yoğun bir ilgi ve şefkat tonundaydı artık.

Sanki aceleyle yürüdüğüm bir yolda ayağım çukura girmiş gibi, boşluk hissiyle sarsıldım. Göğsümü saran kollarım sıkılaştı, kasıldı. “İyiyim, evet.”

Kaşları hafifçe birbirine yaklaştı. Hiç istifini bozmadan, yalnızca gözlerini aşağıya devirerek kaygıyla duruşumu süzdü. “Bilmiyorum, bir gariplik var sende. Bakışların bir farklı. Bir şey mi oldu?”

Her şeyi anlatmak istedim birden.

İçimdeki bütün yaraları ona göstermek istedim, bana yardım etmesini; bana eziyet edecekse bile, hatta oluk oluk kanatacak olsa bile bende açılan tüm yaraları onun dikmesini istedim. Çünkü bir başıma beceremiyordum. Ama anlayamıyordum. Kim yapardı bunu normalde? Anneler mi dikerdi, başkalarının çocuklarında açtıkları yaraları? Halbuki benimki daha çok yara açmıştı.

Anne bak, böyle dikeceksin yaralarımızı, demiştim defalarca; ama bir türlü iğneyi onun tutmasını sağlayamamıştım. Şimdi de başkasının dikmesini bekliyordum. Zamanında annemin dikiş atamadığı her yara, ben büyüdükçe başkalarının daha da kanatmasına neden olmuştu.

Sessizliğim onu daha da endişelendirdi. Hafifçe yana eğilerek, nazikçe çeneme dokundu. “Demre, söyle güzel kızım, neyin var?”

Dokunuşuyla birlikte başımı kaldırarak, gözlerine baktım. “Tan Şahoğlu’nu gerçekten sevdin mi?” Şaşırmıştı, eli yavaşça çenemden uzaklaştı. “Yani, gerçekte nasıl bir adam olduğunu bilmene rağmen, yine de sevdin mi onu Meral abla?”

Şaşkınlığını saklamamıştı. Duruşunu düzeltirken, karmakarışık bir ifadeyle baktı suratıma. “Sevdim çünkü onu değiştirebileceğime inandım.” Dudakları aralık kaldı bir süre; sanki vereceği yanıtı kendisi de duymak istemiyordu. “Ama sonunda o değil, ben değiştim.”

Bana bile ağır gelmişti bu gerçek. Başımı eğdim, artık etraf bulanıklaşmıştı. “Peki hiç mi intikam almak istemedin?”

“İstedim, hem de çok istedim.” dediğini duysam da yüzüne bakamadım. “Ama onlara benzemekten korktum.”

Dudaklarımdan benim dahi zor duyabildiğim, “Ben de korkuyorum.” fısıltısı döküldü.

Fakat o beni duymuştu.

“Korkman kadar doğal bir şey yok. Ama sen onlara hiç benzemiyorsun, Demre.” Birden kollarımı iki yanımdan tutunca irkildim, başımı kaldırarak gözlerine bakmak zorunda hissettim. “Tan’ın nasıl bir adam olduğunu en iyi ben bilirim. Takıntıları ve tuhaf hırsları olan, üstelik hiç etik değerlere sahip olmayan da bir adam. Yani onu durdurabilecek hiçbir şey yok. Zaten bu yüzden cemiyeti yönetebiliyor, tıpkı diğerleri gibi.” Diğerlerinden kastının babam olduğunu anlamıştım fakat ne o daha fazla detaya girdi, ne de ben bu dürüstlüğü eşeledim. “Bu insanlardan intikam alma isteğini de anlayabiliyorum ama onlara dönüşmekten korkmanı da takdir ediyorum. Erdemli biri olamamaktan korkmak, en doğrusu.”

Kendimi tutamadım. Ansızın gülünce gözlerim kısıldı, içlerine birikmiş olan yaşlardan birkaçı yanaklarıma devrildi. Meral ablanın kollarımı kavramış olan parmakları gevşedi ama bırakmadı, afallamıştı böyle bir tepkiyle karşılaştığı için.

“Çok yanlış anladın sen beni, Meral abla.” Sertçe yanaklarımı silerken, tekrar neşeli bir gürültü taştı dudaklarımdan. “Onlara benzemekten korkmuyorum. Beni korkutan şey, onlara benzemekten aldığım keyif.”

“Demre sen…” Ne diyeceğini bilemedi, yutkundu, ismimi tekrar mırıldandı. “Öfkeni anlayabiliyorum ama…”

Sözünü kestim. “Anlamıyorsun. Anlasaydın, sen de öfkeli olurdun.”

Kollarımı bırakarak geri çekildi. “Öfke duymadığım için anlamamış mı oluyorum?”

“Hayır, artık unuttuğun için anlamıyorsun.” Yanaklarımdaki son gözyaşı kalıntılarını da sertçe yok ettikten sonra, fersizce suratına baktım. “Anlamadığın için de öfkelenmiyorsun.”

“Neyi unuttuğum için?” diyerek çıkıştı.

Yanağımın içini dişledim konuşmaya başlamadan önce; sesimin dengeli çıkabilmesi için bunu yapmam şart gibiydi zira. “İntihar süsüyle öldürülen Hicran’ı, karnında bebeğiyle canice öldürülen Mercan’ı,” Sanki ağzımdan çıkan her kelime, hançer gibi saplanıyordu ona; duyduğu isimlerle her seferinde şiddetli bir titremeyle irkiliyordu. “Sırayla diz çöktürülerek gözlerimin önünde öldürülen Aslı’yı, Buket’i, Dilara’yı ve,” Yutkundum acıyla. “Uraz’ı. Unuttuğun için hepsini, öfkelenemiyorsun. Benim öfkemi de anlayamıyorsun.”

Gözlerine müthiş bir hızla yaşlar hücum etti. Tek bir kelime bile sarf etmemeye yemin eder gibi, dudaklarını birbirine bastırmıştı.

Bu yüzden, daha uysal bir sesle, sözümü sürdürdüm. “Ben erdemli birisi olmak istemiyorum artık. Tan Şahoğlu’nu gerçekten sevdin mi diye sormamın sebebi bu değildi,” İçimde, tüm gizli duygularımı gömdüğüm derinlerimde, bir yerler sızladı. “Kötü adamlar nasıl sevilir, öğrenebilmek içindi.”

Bir süre hiçbir karşılık veremedi. Sonra gürültülü bir nefes aldı, göğsü şişerek hızlıca geri sönmüştü. Gözlerimin içine baktı. “Kötü adamları sevebilmek için, kötülüğü de sevmen gerek.”

Zihnime dağlanmıştı sanki bu söz; kendimi pare pare eksiliyormuş gibi hissettim. Ne olduğunu bilmediğim bir şeyler, bütün varlığımı örseliyordu.

“Ve hiçbirini de unutmadım, Demre. Sadece bir şeyler yapabilecek kadar cesur değildim.” Elini belli belirsiz çeneme sürtünce, tekrar ona baktım. Sol gözündeki gözyaşının devrilmesine ramak kalmıştı. “Senin erdemli birisi olduğunu biliyorum ama kolay kolay pes etmeyecek kadar cesur olduğunu da. Kararın her ne olursa olsun, ben yanındayım. Madem oyunu onlar gibi oynamak istiyorsun, öyleyse oyna. Ama eğer eski seni hatırlamak istersen bir gün, bana gel, ben sana hatırlatırım.” Yanağına devrilen yaşla birlikte, gülümsedi. “Her zaman hatırlatırım.”

Yumuşacık bir his doluştu göğsüme. Tıpkı onun gibi, ben de gülümsedim.

“Hadi git, duşunu al şimdi,” Hızlıca gözlerini silip, üstünü başını düzeltti sanki bozulmuş gibi. Tepemize çöken kara bulutlardan kurtulmak istercesine, geri çekilmişti. “Sonra da güzelce dinlen. Bir şeye ihtiyacın olursa, biz aşağıdayız.”

Onaylanmayı beklememişti. Alelacele arkasını dönerek merdivenleri inmeye koyulduğunda, hâlâ gözlerini silmeye devam ediyordu.

*

Ara sıra yanıma uğrayarak beni bahçeye çıkarmak için uğraşan kızlara rağmen, odamda kaldığım yalnız saatlerin sonunda aşağıdan babamın tanıdık sesini duymamla birlikte, hareketlendim. En son beni itfaiyelerin ve polislerin içinden kurtardıktan sonra, bir daha ondan hiç haber alamamıştım. Tan’la hesaplaşmaya gittiğini bildiğimden, zihnimi tarumar eden onlarca farklı senaryolarla saatlerce kendime eziyet etmiştim.

Bu yüzden sesini duymak beni heyecanlandırmış, odadan dışarıya çıkarabilmişti.

Basamakları hızlı hızlı inerken, koridordan yükselen sesler de gitgide birbirine karışarak anlamsızlaşmaya başlamıştı. Ne olmuştu? Babam ne yapmaya gitmişti? Zihnimde onlarca sorunun girdabı vardı adeta. Babamı sapasağlam koridorda dikilirken görünce rahatladım. Ama bu his fazla uzun sürmedi.

Henüz birkaç basamak kala aşağıya indiğimde, biri masmavi, biri de simsiyah olan o tanıdık gözlerle karşılaşınca, nevrim döndü.

Ne işi vardı onun burada?

Birden ayaklarım birbirine dolandı; öne doğru tökezledim ve neredeyse düşecekken, son anda tırabzana tutunabildim. Korkarak geri dikeldim, karşımdaki kalabalığa baktım. Şimdiden kaskatı kesilmiştim.

Babamın telaşla, “Aman kızım, bastığın yere baksana.” dediğini duydum, en yakınımda olan Ece’ninse reflekssel olarak beni tutmaya yeltendiğini gördüm. Herkes buradaydı; ama en çok da onun varlığı evin içini doldurmuştu. Sanki sadece o vardı karşımda; diğer bütün herkesi görünmez kılabilecek kadar baskındı.

Üstü başı düzgündü, baştan aşağıya simsiyah giyinmişti; saçlarını taramasına rağmen hâlâ karışıklardı, yüzünde oraya hiç yakışmayan bir halsizlik vardı.

Aniden başkaldıran sessizlik, herkesin bunu garipsemesine neden oldu. Babam hafifçe kaşlarını çatarken, birbirine tepkisizce bakan karşısındaki evli çifti süzdü. Nitekim sözünü hiç esirgemeyerek, “Ne diye öyle mendebur bakışlar atıyorsunuz birbirinize?” demişti.

“Hiç,” dedim, aramızdaki soğukluğu nasıl örtbas edeceğimi şaşırarak. “Geleceğini bilmiyordum, sürpriz oldu, ondan yani.”

“Ne mırıldanıyorsun kızım oradan?” Babam eliyle buyruk verir gibi, yanında dikilen Merih’i gösterdi. “Sarılsana kocana, yangından çıktınız geldiniz, badireler atlattınız.”

Ben ne yapacağımı bilemeyerek amaçsızca başımı kaşırken, “Doğru baba, tabii aynen,” gibi anlamsız şeyler gevelemekten öteye gidemedim. Ne olduğum yerden kımıldamıştım dediğini yapmak için, ne de doğru düzgün başımı çevirip de o tarafa bakmıştım.

Ama benim aksime Merih’in olduğu yerde çaresizce dikileceği yoktu belli ki. Birden üzerime doğru yürüdüğünü görünce, sarılmaya geldiğini anladım ve tepeden tırnağa panikledim. Hiçbir şey olmamış gibi kendisine sarılacağımı mı zannediyordu? Göğsümün altında bir şeyler kıpırdarken, aynı anda hem sinirlendim hem de heyecanlandım.

Sonra birden yanında dikildiğim portmantonun üstündeki ufak fesleğen gözüme ilişti; hiç beklemeden kaptığım gibi iki kolla saksıya sarıldım, göğsüme bastırdım. Herkesin gözü üstüme kenetlenirken, suratlardan yadırgayan bakışlar geçip gitti. Kim bilir dışardan nasıl gözüküyordum.

“Güzel çiçekmiş.” dedim aceleyle. Üstüne eğilmiş, derin bir nefes almıştım. “Oh, mis gibi kokuyor. Sinekleri, haşereleri falan uzaklaştırır bu.”

Kızların birbiriyle anlamsız bakışmalar yaşadığını, Meral ablanınsa yadırgayarak kaşlarını çattığını fark ettim.

Merih neredeyse can havliyle saksıya sarıldığımı görünce bir an duracak kadar yavaşladı, gözleri kucağımda tuttuğum çiçekte oyalandı bir süre. Ne yapmaya çalıştığımı anlamıştı. Ama yine de durmayarak, yanıma yaklaşmaya devam etti. Sanki zeminle buluşturduğu her kararlı adım, kalbimi de ezip çiğniyordu.

Neredeyse bir karış kalacak kadar yanıma sokularak beni hayrete düşürdü. İri bedeni sayesinde resmen arkamızdaki gözlerle arama duvar gibi örülmüştü. Kimsenin beni görmemesini fırsat bilerek, çiçeği göğsümden çektim ve hafifçe ona doğrulttum. Başımı geriye yatırarak, sessiz bir tepkiyle suratına bakıyordum.

Tekrar önce çiçeğe, sonra bana baktı; gözlerinden neşeli sayılabilecek ama hüzünle gölgelenmiş bir ifade geçip gitti. Gülümseyecek gibi oldu ama gülümsemedi. Yüzünün sağında, yangında olduğunu düşündüğüm ufak bir kızarıklık vardı. Artık is kokmuyordu; hatta buram buram kendisine has o kokusuna geri kavuşmuştu.

İnsanı mest eden, davetkâr bir kokuydu bu.

Birden üzerime doğru hafifçe eğilerek, gölgesini üstüme düşürdü. Sıcak dudakları alnıma dokunduğunda bedenimi ince bir titreme sarıp sarmaladı. Panikledim. Sımsıkı kucağımdaki saksıya sarıldım. Aynı anda bir sürü duyguyla kuşanmıştım. Hem bu anın, bu ufak dokunuşun hiç bitmemesini istiyordum; hem de kimsenin ne düşündüğünü önemsemeden, elimdeki saksıyı kafasına indirmek istiyordum.

Sanki arafta sıkışıp kalmıştım.

Ben henüz ne hissettiğime karar veremeden geriye çekildi ama uzaklaşmadan önce, yalnızca benim duyabileceğim bir fısıltı terk etti aramıza. “Çiçekle beni kendinden uzaklaştırabileceğini sanman çok sevimli.”

Başka bir şey söylemeden geriye çekilerek, babamın arkasından salona doğru yürüdü. Bir yandan da hapşuruyordu. Arkalarından bakakalırken, kucağımdaki saksıyı sinirli bir şekilde geri yerine bıraktım. Babamın elini onun sırtına atarak, “Gel bakalım damat efendi, kızımı yangından kurtarma yiğitliğini gösterdiğin için sana bir teşekkür yemeği ikram etmek isterim.” dediğini duydum.

Neredeyse baygınlık geçirecektim.

Boşanmak istediğimi söylemiş olmama rağmen nasıl hâlâ böyle kayıtsız davranabilirdi?

“Demre, hadi gelsene.” Sinem’in bana seslendiğini duyunca uyuşuk bir zihinle yanına yürüdüm ve kızların arkasından salona girdim. Gerçekten de babamın bahsettiği sofra, çoktan ikram edilmek üzere kurulmuştu. Üstelik masanın en başına yerini almış ve damadını da sağ tarafına oturtmuştu.

Sol tarafındaki boş sandalyeyi göstererek, bana bakıyordu. “Demre gel kızım, babanın yanına otur.”

Gösterdiği yere isteksizce otururken, birden Merih’le göz göze geldim. Keyifli veya küstah bir hâli tavrı yoktu. Yalnızca saf bir ilgiyle suratıma bakıyordu. Gözleri hemen çiçeğin alerjisiyle kızarmıştı, rahatsız olduğu ve kaşındığı durmadan kırpıştırmasından belliydi. Ara sıra da burnunu çekiyordu. Fakat yine de hiç bozuntuya vermiyordu.

Kenarda ayakta bekleyen Meral abla ve kızları fark edince çabucak davet etmeye hazırlandım fakat neyse ki babam benden hızlı davranmıştı. Meral ablanın onun sözünü çiğneyemeyeceğini biliyordum. “Meral hadi, otursanıza. Ne diye dikiliyorsunuz öyle?”

Meral abla ağzının kenarıyla bir şeyler gevelemeye başlamıştı fakat kızlar bu emri yerine getirmeye fazla hevesliydi. Aylin koşarak yanıma geldi, anında sandalyeyi çekerek oturmuştu. Sinem çapraz karşıma, Merih’in yanına geçerken, Ece de onun yanına kurulmuştu. Sude biraz daha çekingen adımlar atmıştı, artık Aylin’in hemen yanındaydı.

Bir süre kızların bu acelesini sessiz azarlamayla izleyen Meral abla, nezaketle gülümseyerek kızının yanına geçti. Öylesine zarafetle oturmuştu ki, sofra sahibine duyduğu saygı her hareketinden anlaşılıyordu.

Babam buyurgan bir edayla, iki elini hafifçe havaya kaldırdı. “Afiyet olsun.”

Tabak çatal sesleri birbirine karışırken, bir süre hiçbir kelam sofranın hararetini bozmadı. Kızlarla birlikte böylesine zengin bir sofrada yemek yiyebiliyor olmak, tuhaf hissettirmişti. İçimin kıpır kıpır olduğunu hissettim. Onlar bunun farkında değildi belki fakat benimle bu evde yaşıyor oluşları, etrafımdaki her şeye karşı tahammül seviyemi arttırıyordu.

Sükunet içinde yemekler yenmeye devam edildi ancak bu fazla uzun sürememişti; yemeğin rehavetiyle kızlarda ufak tefek kıpırtılar, minik fısıltıların da uğultusu vuku bulmuştu.

Aylin’in tabağındaki son köfteyi almak için uzanan Sude, birden kızışmaya sebep oldu. “Sude ya, kendine fazladan alsaydın!”

Sude gülerek köfteyi kaptığı gibi ağzına tıktı; ufak bir arbede yaşanmış ama çabuk son bulmuştu. Aylin homurdana homurdana onun tabağından bir şeyler çalmaya çalışırken, masa hafifçe sallandı. Ece ve Sinem birbirine bir şeyler söyleyerek, karşılarındaki kavgaya gülüyorlardı.

“Şşt!” Tüm zarifliğiyle dimdik oturan ve usulca tabağındaki köfteyi kesen Meral ablanın bu kısık uyarısı uğultunun içine savrulmuştu.

Aylin kızgın bir fısıltıyla, “Hep böyle yapıyorsun.” dedi.

“Sanki sen hiç yapmıyorsun.” Sude gıcıklık yaparak, neşeyle sataştı; bu Ece’yi de güldürmüştü.

“Ama sen hep en sonuncusunu alıyorsun!”

“Sen de al o zaman.”

Gülerek araya girdim. “Benim köftemi alabilirsin.”

Anında yatışan Aylin tabağımdaki köfteye uzandı. Çatalımı onunkinin üstüne bastırarak durdurunca, Sinem kıkırdamıştı. “Ben de dolmanı alırım yalnız, o şartla.”

“Of Demo!” Çatalını tabağımdan çekerek küskün bir hâlde geri çekildi.

Ece alayla gülmüştü. “Karşılıksız alacağını mı sanmıştın, salak seni.”

Kelimeler, genç hanım.” Meral abla, hakareti duyar duymaz çatık kaşlarla Ece’ye doğru ikazda bulundu. O kadar kanıksamıştı ki sofralardaki bu kargaşayı, kısa bir anlığına başkasının sofrasında olduğumuzu unutmuştu belli ki. “Kelimelerine dikkat et.”

Fakat kızlar bu ikazı duyamayacak kadar kendilerini kaptırmışlardı. “Sensin salak. Köfteleri ağzına tıkana kadar bekle sen.”

Ece çatalının ucuna saplanmış bezelyelerden birini kaptığı gibi Aylin’in suratına fırlattı. Meral abla şok ve mahcubiyet içinde savrulurken, bezelyeyi havada yakalamaya çalıştı fakat çoktan Aylin’in kafasından sekerek Sude’nin yanağına çarpmış ve gözden kaybolmuştu. Aylin bu ufak darbeden kaçmak için bana doğru eğilince omzuma toslamış, beni de yamultmuştu.

Tüm bu hengamenin ortasında Sinem’le göz göze gelince gülmeye başladık.

Sude ihanete uğramış gibi bezelyenin yanağında bıraktığı hissi ovuştururken, saniyeler içinde kendi tabağından kaptığı bezelyeyi geri Ece’nin suratına fırlattı. Meral abla hışımla kızının bileğinden yakalasa da yeterince çevik değildi.

Ece suratına gelen bezelyeyi sonuna kadar açtığı ağzıyla yakalayarak yemeye başlayınca kahkahalar birbirine karıştı; daha önce bu masada hiç böyle bir neşe furyasıyla karşılaşmayan babamın nevri dönmüş, üstümüzde hakimiyet sağlamaya çalışan Meral ablanınsa eli ayağı birbirine dolanmıştı.

Ansızın Merih’in masadaki varlığını hatırlayınca, istemsizce gözlerim ona kaydı. Gülümseyerek beni izlediğini görünce belli belirsiz ürperdim. Dudaklarımda gezinen gürültülü neşe, usulca solarak hiçliğe karıştı. Çatal yavaşça elimle birlikte aşağıya kaydı. Başımı eğerek, tabağımla ilgilenmeye başladım.

Tam bu esnada sol gözümün altına çarpan bezelye, korkarak sıçramama neden oldu.

“Korkmasana,” Yanımızdaki hengameyi aşan tanıdık gülüşünü duyunca, kalbim tekledi. “Korkmadan güzelim, korkmadan.”

Kaşlarımı çatarak başımı kaldırınca Merih’i uysal uysal yemeğini yerken buldum; dudaklarında sevimli bir çocuğun hınzır gülümsemesi vardı. Köftesinden büyük bir parça ağzına atıp rahatça arkasına yaslandı, tabağındaki bezelyeleri başıyla belli belirsiz işaret etti ama tüm bunları yaparken de gülüşündeki hınzırlığı korudu.

Gerçekten kafama bezelye mi atmıştı bu?

Sinirli sinirli elimdeki çatalı hafifçe havaya kaldırdım, aynı şekilde ona gösterdim. Çatalı kafana yersen, görürsün. Ama sadece bileklerinden masaya yasladığı ellerini hafifçe teslim olur gibi havaya kaldırmakla yetinmişti. Hâlâ gülümseyebiliyordu.

Hemen yanımızda oturan babam, sanki kendisine de uzanan gerginliğimizi sezmişti; çatık kaşlarla, meraklı meraklı bir onu bir beni süzüyordu. Nitekim çoktan sezgilerine takılmıştık bile, görmezden gelmeyeceği belliydi. Birdenbire dirseğini masaya dayararak elinde tuttuğu bıçağı suratlarımız arasında getirip götürdü ve tokat gibi bir açıksözlülükle sordu. “Bana bakın, siz ikiniz arasında neler dönüyor? Yoksa kavgalı mısınız?”

Gür sesiyle sorduğu bu soru, birden masadaki tüm neşe furyasını kesip attı. Kızların hepsi, Meral ablayla birlikte bize dönerken, bütün sesler kesilmişti. Artık tüm ilgi, yalnızca bizim üstümüzdeydi.

Merih artık gülümsemiyordu, ciddileşmişti. Ama tıpkı benim gibi, o da bu soruyu yanıtlama cesaretini gösteremiyordu; ikimizden de tek kelime çıkamamıştı.

Babamın gevşekçe elinde tuttuğu bıçak yavaşça benden uzaklaşarak Merih’e kaydı ve suratına doğrultulmuş hâlde öylece havada asılı kaldı. Kimseden yanıt alamamış olmak, onu germişti; artık oturuşu biraz daha farklıydı. “Bana bak, kızımı üzecek bir şey mi yaptın yoksa?” Derinlerden yükselen bu tehditkâr soru, aniden alevlenen sesiyle devam etti. “Eğer bir eşşeklik yaptıysan, vallahi de billahi de seni…”

“Yaptım, evet.” Merih elindeki çatalı yavaşça tabağının kıyısına bırakırken, sertçe arkasına yaslandı. Korkusuzca, suratına bıçak doğrultmuş olan adamın gözlerine bakıyordu. “Çok büyük bir eşşeklik yaptım hem de. Affedilmeyi hak etmiyorum ve bunun farkındayım. Kırmaktan en korktuğum insanın kalbini kırdım. Ama bütün günahlarımın bedelini  ödeyeceğim. Doğru, çok büyük eşşeklik ettim kızına.”

Öylesine şiddetli bir korku zelzelesi yaşadım ki, bütün temellerim sarsıldı. Ne yapıyordu? Kendi cezasını kesip tüm gerçekleri itiraf etmesinden ölesiye korkmuştum ki nevrim dönmüştü; eğer ki babama söyleseydi, neler olacağını hayal edemiyordum. Elinde tuttuğu bıçakla neler yapabileceğini düşünmek bile istemiyordum.

Bu yüzden panikle söze girdim. “Önemli bir mesele değil baba, biz kendi aramızda hallederiz.”

Babam tam bana karşılık vermeye hazırlanıyordu ki, Meral abla ondan önce davranarak sözü devraldı. Yavaşça tırmanan gerginliği fark etmişti, belliydi. “Ay Bülent beyciğim, karı koca arasında olur böyle şeyler. Takılmayın bu kadar! Evlilik yürütmek kolay bir şey değil sonuçta, bırakın çocuklar kendi aralarında halletsinler.”

Lafları ağzına tıkılan babam, hiçbir karşılık veremedi. Elindeki bıçağı gönülsüz gönülsüz indirerek masaya geri bıraktı. Merih dalgınlaşarak tabağındaki bezelyeleri çatalanın ucuyla iteklerken, Meral abla ortamı yatıştırmanın sevinciyle nasihat vermeye devam ediyordu. “Evliliğinize, yuvanıza sahip çıkmalısınız ama bunun için iki tarafın da çabalaması gerekir tabii…”

Merih birdenbire söze atılınca kadın hafifçe irkilerek duraksadı. “Çabalarım ben, dibine kadar çabalarım.”

Meral abla hiç bozuntuya vermeden nasihatına kaldığı yerden devam etti. Sözlerine bu kadar hevesli bir karşılık almayı beklemediği belliydi; tıpkı benim gibi, şaşırmıştı. “Yeri gelecek, bazı şeyleri alttan almanız gerekecek…”

Merih yine aynı kararlılıkla sözünü böldü. “Alırım. Her şeyi alttan alırım.”

Kaşlarımı çatarak ona yadırgayan bakışlar fırlattım; ama o bana değil, Meral ablaya odaklanmıştı pür dikkat. Sanki onun ağzından çıkan her telkin, duygularını sesli ifade edebilmesi için önüne sunulmuş altından bir tabaktı. Garip bir şekilde, laflarının altını çizmeye fazla hevesliydi.

“Ayırca,” dedi Meral abla, kurnaz bir edayla Merih’e bakarak; artık sadece ona hitaben konuşmaya başlamıştı. “Gönül almayı da bilmen lazım…”

“Bilirim, çok iyi bilirim.”

Kızlardan kısık kıkırtılar yükseldi bu kısa ama kendinden emin cevap yüzünden. Keza Meral abla dudaklarını birbirine bastırarak gülümsemesini durdurmuştu. “Koca dediğin gurursuz olur. Kendini affetirmek için her yolu denemelisin.”

“Denerim.” Oldukça öz güvenli bir tavırla omuzlarını silkti. “Karıma gurursuzum zaten.”

“Yokuşa sürmemen lazım.”

“Yok, sürmem.”

“Karının gönlünü hoş etmen lazım.”

“Ederim.”

Birden babam araya daldı. “Gerekirse ayağının altına paspas olacaksın karının…”

Daha cümlesini bitirmeden, Merih cevabını yapıştırdı. “Olurum.”

Meral abla tiz bir kahkaha patlatınca, kızlar da güldü. Masada bir dalgalanma oldu. Gülümsememi bastırmak için dudaklarımı kemirmek zorunda kalmıştım; sırf ona bakmamak için gereksiz bir ilgiyle tabağıma odaklanmıştım.

Meral abla gülüşlerinin arasından peçeteye uzanarak ağzını silerken, bir yandan da boğuk bir sesle ona laf atıyordu. “Merih ya, nasıl bir adama dönüştün sen böyle. Yıllardır tanırım seni, ilk defa böyle görüyorum vallahi. Deli divane aşık olmuşsun sen karına!”

“Oldum.” dedi Merih birden, durgunlaşan bir sesle. “Aşık oldum.”

Gözlerimiz birbirine kenetlendi. Sanki buz gibi bir suyun altına itilmişim gibi, içimi bir ürperti titretip geçmişti. Hem şaşkına döndüm, hem de utançla doldum. Oturduğum yerde küçülüyormuş gibi hissettim; ama tuhaf bir şekilde, içimde bir genişlik kabardı. O kadar uçsuz bucaksız bir genişlikti ki bu, sanki göğsüme alemler sığabilirdi.

Kızların arasında imalı, “Ooo,” uğultuları yükselmişti. Gülüşmeler ve ufak alkışlar salonu doldururken, babam oturuşunu düzelterek boğazını temizledi ve yeniden hakimiyeti yakalamaya çalıştı. Önünde kızına karşı ilanı aşk edilmesi, onu her nedense germişti.

Merih’ten böyle bir itiraf beklenmediği aşikardı, üstüne tek bir laf bile söyleyememişti kimse. Sanki öylece tepemizde asılı kalmıştı bu itiraf ve tekrar herkesin yemekleriyle ilgilenmesine neden olmuştu.

Hâlâ ne hissedeceğimi bilemeyerek, utançla tabağıma gömülmüştüm; başımı kaldırıp da karşıma bakamıyordum bile.

Gerçekten aşık mı olmuştu? Doğru mu söylüyordu?

Çatalı tutan parmak uçlarımın uyuştuğunu hissettim, yutkunamadım. Kızgın mıydım? Yoksa mutlu mu? Kanıma zerk olan bu iki duygu o kadar yakıcıydı ki, ikisini birbirinden ayrıştırmak imkansızdı.

Bir süre sonra yemeğini bitiren babam, peçeteyle hızlıca ağzını sildikten sonra gürültüyle sandalyesini iterek masadan kalktı. Bardağının dibinde kalan içeceği eline aldıktan sonra, arkamdan geçerken, birden elini omzumun üstüne koydu. “Çalışma odamda bekliyorum.”

Henüz ona dönüp de bakamadan, salondan ayrılmıştı.

Merih’in hiç istifini bozmadan, aynı kayıtsızlıkla yemeğini yediğini gördüm göz ucuyla. Söylediği tek bir sözle ruhuma öylesine ağır bir yük bırakmıştı ki daha fazla karşısında oturabilecek cesareti kendimde bulamaz olmuştum. Öyle ki her an yanlışlıkla göz göze gelmekten bile korkuyordum.

Aşık oldum.

Sesi kulaklarımda çınlarken, darmadağınık bir zihinle ayaklandım. Elimdeki çatal olması gerekenden daha sertçe masaya çarpınca, herkesin ilgisi bana kaydı. Kendimi açıklama gereksinimi duyarak, “Babamın yanına gitsem iyi olacak, size afiyet olsun.” dedim.

Merih’in hâlâ kaygısızca yemeğini yediğini görebiliyordum.

Çabucak masadan uzaklaşarak çıkışa yürürken, Meral ablanın arkamdan, “Tamam canım, bir an önce git babanın yanına.” dediğini duyar gibi oldum. Her nasılsa, Merih’in bakışlarını sırtımda sezmiştim. Ancak neyse ki iki adım sonra çoktan koridordaydım. Terleyen ellerimi kıyafetime sürterek, bir süre onun varlığından uzaklaşmış olmanın hafifliğiyle soluklandım.

Kendine gel, toparlan. Şimdi o odaya gir ve bugün neler olduğunu babana sor.

Daha mühim meselelerim vardı, böyle duygularla tökezleyemezdim. Babama açıkça, onun gölgesinde yürümek istediğimi söylemeye karar vermiştim. Yanımda o olmadan, bu kötülükle mücadele edemezdim; tek başıma yıkılmazdım belki ama cemiyeti de yıkamazdım. Meral ablanın da dediği gibi, kötü adamları sevebilmek için kötülüğü sevmem gerekiyordu belki de.

Kapısı aralık duran çalışma odasına doğru yürüdüm. Gergin ve huzursuz hissediyordum. Kafamın içinde binlerce düşünceyi hem savuruyor, hem de birbirine dolamaya çalışıyordum. Ne diyecektim? Haftalardır etik değerlerini yargıladığım adama, şimdi teslim olmaya gidiyordum. Nasıl söze girecektim? Dosdoğru Tan Şahoğlu’ndan mı konuyu açmalıydım? Yoksa Aziz Hürkan’dan ve bana gönderdiği anlamsız papağanlardan mı?

Boydan bir pencerenin önünde, sırtı bana dönük hâlde elindeki içeceği yudumlarken bulmuştum onu. Buraya ilk defa girmiştim; tavanı yüksek, ferah, yalnızca kahverengi ve bordo tonlarının hâkim olduğu sade bir çalışma odasıydı. İçeride hoş ama yoğun bir koku raks ediyordu. Hızlıca etrafa göz gezdirince, bunun sehpanın üstündeki vazoya konulmuş kırmızı menekşelerden geldiğini anladım.

Tamam, güvenli yerdeyim. Merih buraya giremez.

Çiçeklere doğru yürüyerek odanın tam ortasında durdum. Babam hiç yerinden kımıldamamış olmasına rağmen, arkasındaki varlığımı sezmişti; hâlâ pencerenin ötesindeki ufuksuz ormanı seyrediyordu. Buradan bakınca, huzurlu bir hâli vardı; öyle ki bedeni gevşekti, rahatı yerindeydi.

Sonra birden ismimi mırıldandı. “Demre?”

Bir lahza bekledim. “Efendim, baba?”

Hâlâ sırtı bana dönüktü, ilgisi ormandaydı. “Düşmanının senin hakkında her şeyi bilmesi ne demek, biliyor musun?”

Kaşlarım çatıldı, geri gevşedi; beklenmedik bir soruydu. Beni şaşırttığı kadar, düşündürtmüştü. Fakat bir yanıtım yoktu. Parmaklarıyla bardağın camına hafifçe vurarak ritim tuttu, diğer elini cebine soktu. Hatırı sayılır bir süre sessizliğimi dinledikten sonra, başını hafifçe omzuna doğru çevirdi ama gözleri hâlâ ahenk içinde sallanan rüzgarlı ormandaydı. “Bilmiyor musun?”

Sanki görebilirmiş gibi, başımı iki yana sallamıştım. “Hayır, bilmiyorum.”

Ansızın arkamdan biri belirerek, hafif bir esinti misali önüme geçti. “Dostunla fazla vakit geçirmiş demek.”

Adeta korkudan sıçramıştım durduğum yerde; kalbim boğazımı tırmanarak soluklarımda atmaya başlamıştı. Hayretle arkamdaki kapalı kapıya, ardından tüm gerçekliğiyle karşımda dikilen Merih’e döndüm. Gülümsemiyordu ama gözlerinde kurnaz bir ışıltı dolanıyordu. Ne işi vardı onun burada? O kadar cesaretim yoktu ki bu sorguyu sesli yapabilmekte, yalnızca suratına bakakalmıştım çünkü aynı sorguyu babamın yapmayacağı aşikardı.

Öyle ki istifi dahi bozulmamıştı. Sükunet içinde, içeceğini yudumlamaya devam ediyordu.

Merih bana arkasını dönerek sehpaya yaklaştı, uzanarak tek eliyle kırmızı menekşelerden birini kopardı. Doğrularak, geri bana döndü, ufak ama dinç adımlarla yanıma sokuldu. Siyah ona çok yakışıyordu. Gitgide daralttığı aramızdaki mesafe, sanki kalbimi de beraberinde sıkıştırdı. Gözleriyle, gözlerimin en derinlerine dokunduktan hemen sonra belli bir tebessümle hafifçe yana eğildi. Elindeki ufak menekşeyi saçlarımla birlikte geriye itekleyerek, nazikçe kulağımın üstüne kondurdu. O kadar yakınımdaydı ki bunu yaparken, sıcak nefesi yanağıma sürtünmüştü; sarf ettiği her kelime, resmen tenimde bir iz bırakıyordu. “Değil tek dal çiçek, yoluma çiçekten bahçeler de dizsen, sana varmamı engelleyemezsin.”

Ant içtiği bir yemin gibi, yalnızca ikimizin duyabileceği şekilde fısıldamıştı bu ikazı.

Donup kalmıştım; hiçbir tepki veremiyordum. Dudaklarını çiçeğin birkaç milim ötesine, gözümün hemen kıyısına hafifçe bastırdığında bile onu durduramadım. Tek bir kelime bile söylemesine gerek yoktu; sanki dudakları zaten bu öpücükle burası benim diyordu. Burası benim, durduramazsın.

Dokunduğu yer cayır cayır yandı ve usulca bütün tenimi tutuşturdu. O geriye çekilerek benden uzaklaşsa bile, alazladığı ateş beni yakmaya devam etti.

Sehpanın yanından geçerek, büyük çalışma masasına doğru yürüdü ve yan bir şekilde kıyısına oturarak kollarını göğsünde bağladı. Tam bu esnada yüzünü bize dönen babamla göz göze gelmiş, henüz konuşmadan bir şey söyleyeceğini sezinlemiş gibi, dikkatle dinlemeye koyulmuştu.

Neler oluyordu bu odada? Rüya mıydı bu? Ne işler çeviriyordu bu ikisi?

Babam elindeki bardağı yavaşça masaya bırakırken, koyu gözleri amacını yitirmiş gibi öylece bekleyen beni buldu. Doğruldu, ellerini cebine soktu. Beline kıstırdığı silahları açığa çıkmıştı. Sonra birdenbire, yalnızca şunu sordu. “Neyden korkuyorsun bu kadar?”

Anlayamamıştım, affallamıştım. İkisi arasında tedirgin bakışlar atarken, kekeledim. “Nasıl yani?”

“Basit ve öz bir soru.” Derin ve baskın bir sesle, tane tane mırıldandı. “Neyden korkuyorsun bu kadar?”

İkisinin de üzerime bindirdiği sessiz ve vakur bakışlar, beni mercek altına itilmiş hissettirdi. Kaskatı kesildim, az önce tenime armağan edilen dokunuşun bütün heyecanını da yitirdim. Böyle bir oyunun içinde zar zor güvenebileceğim iki insan tarafından köşeye kıstırılmış, sanki bir hamle yapmaya zorlanıyormuş gibiydim.

Babam sessizliğime olan tahammülünü yitirmişti artık, sanki kaptığı keskin bir bıçakla ortadan ikiye yarmıştı. “O sürahiyi karşındakinin kafasına indirmek yerine, kendi kafana indirecek kadar neyden korkuyorsun?” Tek elini cebinden çıkarıp, yumruğunu hafifçe masaya vurdu. Ama ben irkilemeyecek kadar kaskatıydım. “O yangının içine düşmanını hapsetmek yerine, kendini hapsedecek kadar neyden korkuyorsun?”

Anlayamıyordum, benden duymak istediği neydi? Neyi yanlış yapmıştım da, bu odaya girene kadar Merih’in adımlarımı takip ettiğini sezememiştim? Neyi yanlış yapıyordum? Niçin ikisi yan yanaydı? Sanki ben oyunun başka bir boyutundaydım; onlarsa bambaşka bir boyutundaydı. Kendimi ahmak gibi hissettim birden. Henüz ben bir şey yapmadan, onlar planladığım hamleyi dahi görebiliyordu.

Babam, zihnimde dönen fırtınalara hiç saygı duymadığını gösterir gibi, elini tekrar masaya vurdu. Nitekim bu sefer beni irkiltmişti. “Cevap ver bana, Demre. Neyden bu kadar korkuyorsun? Neyden?

Birden gırtlağıma kadar dolup taştığımı hissettim ve elimde kalan tek silahımla, bütün öfkemle bağırdım. “Kendimden! Kendimden korkuyorum, oldu mu? Dönüştüğüm kişiden korkuyorum. Benden geriye hiçbir şey kalmayacak kadar azalmaktan, yok olmaktan korkuyorum. Çok korkuyorum hem de!” Nefeslerim üst üste bindi. “Çünkü…”

Sustum, devam etmedim. Zaten sesim de kısılmıştı; cümleye başladığım güç, artık kelimelerimde yoktu. Babam bir süre, suskunluk içinde beni izledi. İçten içe zayıflığımı sorguladığını zannetmiştim, ufalmıştım; ancak birdenbire konuyu bambaşka tarafa çekerek, beni şaşkına çevirdi.

“Seni vârisim yapmak istiyorum, Demre. Bu yolda benimle yürümeni istiyorum. Benimle birlikte savaşmanı istiyorum. Anlatacak çok fazla şey var ama her şeyden önce, şunun cevabını duymak istiyorum senden,” Çenesini dikleştirerek, dosdoğru gözlerimin içine baktı. “Bizimle cemiyetin en tepesine oturmaya hazır mısın?”

Bizimle derken kullandığı ton, insanın ruhunu karartacak kadar koyuydu. Bir babama, bir evli olduğum adama baktım; ne diyeceğimi, ne hissedeceğimi şaşırmıştım. Böyle bir ittifak görmek, umduğum son şey bile değildi. Sonunda karmakarışık duyulsa da güçlü bir sesle, “Ama ben cemiyetin tepesine oturmak istemiyorum, siz beni yanlış anlamışsınız beyler. Ben cemiyeti yıkmak istiyorum.” diyebildim.

Merih gülümseyerek oturduğu yerden kalktı, yavaşça bana doğru yürüdü. “Hayır güzelim, sen bizi yanlış anladın. En tepesine oturduktan sonra, zaten yıkması tek bir vuruşa bakar,” Avına kilitlenmiş bir yırtıcı gibi gözlerini üzerimden hiç ayırmadan, iyice yanıma sokuldu. “İki silah var senin elinde, ikisi de her an patlamaya hazır. Aç gözlerini, dön de etrafına bak, kimlerin senin gölgende saklandığına bir bak.”

Yanıma sokularak, devasa bir gölge gibi bir adım ötemde durdu. Bedeni beni kendisine çeken kuvvetli bir mıknatıs gibiydi; bütün dik durma irademi zorluyordu. “Azalmaktan mı korkuyorsun? Yoksa azaldıkça, hoşuna gitmesinden mi?”

Babamın da aynı kararlılıkla ama telaşsızlıkla, masanın etrafından dönerek bize doğru yaklaştığını gördüm.

Neler oluyordu?

Merih’in alaylı, kısık gülüşünü duyunca ürperdim. Nefes almayı dahi unutacak kadar sersemlemiştim. “Bırak güzelim, hoşuna gitsin. Belki tepeye tırmandıkça azalacaksın ama bu daha da hoşuna gidecek. Azala azala kendi özüne varacaksın.”

Babam usulca öteki yanıma geçerek gülümsedi, hafifçe yana eğilmişti; dosdoğru gözlerimin içine bakıyordu. Elini yavaşça ceketinin altına sokarak, beline uzandı. Saniyeler içinde açığa çıkardığı silahı, davetkâr bir tutuşla bana doğru uzattı.

“Şimdi tekrar düşün, korkması gereken sen misin?” Merih, sahiplenilmek için beni bekleyen silaha kısa bir bakış attı, ardından tekrar bakışlarıyla gözlerimin içine saldırdı. “Bırak, onlar azaldıkça yok olacağını sansın. Sen yok etmek için azalacaksın.”

“Şimdi söyle bakalım bana, Demre Eroğlu…” Babam, cemiyeti yıkacak olan o son vuruşu elinde tutuyormuş gibi, cezbedici bir tavırla hafifçe silahı salladı. “Kimin silahısın?”

 


𓄃



AAAAAAA  💩 Neler oluyoooorrr hehe. Valla işler çok karıştı he. Kim kimin silahı belli değiiiil 🤔🤭🤔🤭 Ortalık karışacak ben şöyle en önden yerimi alayımm 🧎‍♀️‍➡️


KARAKTER HARİTASI:
Wattpad’de kalite düşmüyordu ama buraya yükleyince fotoğrafların kalitesi çok düştü, bu yüzden üstünde yazan hiçbir şey okunmuyordu. Bu sebepten kaldırdım ama eğer isterseniz instagram hesabımdan karakter haritasına ulaşabilirsiniz! (@azalanlarofficial)
⋆。゚♡。⋆。゚







 

 

 

 

Yorumlar