b

KİTAPLARIM

AZALANLAR | 49

 

49: KONUŞAN DİLSİZLER

 Selaam ballı lokmalarımmm nasılsınıızzz ✨🍯 Aslında dün gece gelecekti bölüm ama bir sürü aksaklık yaşadığımdan gelemedi bekleyenlerden özür diliyorum lütfen dövmeyn beni tşkler 😭😭😭 Yine çookk uzun bir bölümle sizinleyim. Yorumlarınızı ve oylarınızı benden esirgemezseniz çok sevinirimmm 🥹🤍✨ Ayrıca hepinizi Whatsapp kanalıma bekliorm orası sadece bize özel 🫵🏼 çünkü şahoğlu tımarhanesi🫵🏼 bizim dir 🫵🏼🫵🏼 Neyse lafı fazla uzatmayayım ben, burası artık size emanet aradan çekiliyorumm 🥹🤍🤏🏼✨ 


Gel bakalım Merih efendi ne haltlar yedin yine 🫵🏼


𓄅


Sahiplenilmeyi bekleyen, önümdeki silaha baktım.

Merih’in de dediği gibi, belki de gerçekten iki silahım vardı beni korumaya hazır olan; fakat bu, bir gün iki silahın birbirine dönmeyecek olmasını hiçbir şekilde garanti edemezdi.

İkisi de ilgiyle beni süzerken, babamın elindeki silahı dikkatlice aldım; ardından kenara çekilerek yavaşça pencereye doğru yürüdüm. Arkamdaki iki çift gözün, merakla beni takip ettiğini sezebiliyordum.

Şimdi ikisine de sırtımı dönmüştüm; camın ötesindeki ormana bakıyordum yalnızca. “Planınız ne?”

Kısa bir duraksama oldu.

İlk önce kimin bu soruyu yanıtlayacak liderliği sergileyeceğini merak etmiştim; çünkü olması gereken kişiyi biliyordum. Ancak umduğumun aksine, ilk konuşan Merih olmuştu.

Arkamı dönmesem de yaklaşan sesinden, bana doğru yürüdüğünü anladım. Oldukça baskın ve kararlı bir rengi vardı sesinin. “Önce Tan Şahoğlu’nu devireceğiz. Şu anda hiç olmadığı kadar savunmasız ve ne yapacağını bilemez bir durumda.”

Önümdeki camın yansımasında babamın ifadesiz çehresini gördüm. Durduğu yerden tek bir adım dahi kımıldamamıştı; hâlâ silahı bana takdim ettiği yerdeydi. Elleri cebindeydi, suratında hiçbir duygu devinimi yoktu; yalnızca ketum bir duruşla, damadına bakıyordu.

Benim tanıdığım adam, böyle bir sorunun yanıtını başkasına bırakmazdı. Belki sıradan bir vazgeçiş gibi gözükebilirdi bu; ama aslında değildi. Asla kendi hamlelerini başkasının yönlendirmesine bırakmazdı.

Aklından neler geçiyordu?

Aklından her ne geçiyorsa, onu yoldaşı olarak görmediği şüphesizdi. Ama yem gözüyle bakamayacak kadar da hafife almıyordu. Aksi takdirde, onu oyununa zaten dahil etmezdi. Bu yüzden geriye yalnızca tek bir ihtimal kalıyordu.

Tehdit olarak görüyordu. Peki ama neden?

“Anladım.” dedim, bambaşka düşüncelerde savrulmama rağmen Merih’in sözlerine bir karşılık olarak. Babamın yansımasından gözlerimi ayırarak, kendimden emin bir şekilde arkamı döndüm. “Benim konağa girmemdeki amaç zaten en başından beri cemiyeti yıkmaktı. Bu yüzden, planınız her neyse,” İkisi arasında gözlerimi gezdirdim. “Varım.”

İkisi de aynı anda, yavaşça başını salladı. Merih’in çocuksu, saf bir mutluluk ve umutla bana baktığını görebiliyordum. Yumuşadığımı sanmıştı belli ki; ama bu sanılgı her nedense beni rahatsız hissettirmemişti.

Hafifçe elimde tuttuğum silahı sallayarak, ağırlığıyla oynamaya başladım; gözlerim suskunluk içinde bekleyen babama kaymıştı gözlerim. Keşke, diye düşünürken buldum kendimi, keşke aklından geçenleri şu anda duyabilseydim.

Tekrar Merih’e kaydırdım bakışlarımı.

Sanki beni değil, dosdoğru ruhumu görmeye çalışıyordu, resmen gözleriyle eşeliyordu. Yine de bu ilgiden kaçmaya yeltenmemiştim. Onunla yan yana olmayacaksam bile, karşı karşıya da durmayacaktım.

“Önemli bir mesele konuşmam gerek,” dedim. Bu defa sesim daha netti. Merih merakla kaşlarını kaldırdığında hızlıca ekledim. “Babamla.”

Kaşları belli belirsiz çatıldı ve gevşedi.

Kendisini aniden konuşmanın dışına iteklememe şaşırmıştı ancak hiçbir tepki de vermedi. Ne alındı, ne onayladı. Sadece arkasını döndü ve ellerini cebinden dahi çıkarmadan, tasasızca yanımızdan ayrıldı. Kapının ardında kalan sessizlik, asıl konuşmanın şimdi başladığını haber veriyordu.

Bir süre durdum, babamın da ansızın talep ettiğim bu yalnızlığa alışmasını bekledim. Masanın etrafından dolanıp ön tarafına geçtim ve kalçamı yaslayarak, doğsdoğru suratına baktım.

Hafifçe kaşlarını çatarak, elimde tuttuğum silaha, ardından tekrar gözlerime baktı. Her hareketimi yakalayacak kadar çevikti.

“Neden kocamla işbirliği yapıyorsun?” Sözlerim saldırgan değildi ama saldırmaya da hazırdı. “Sen öyle durduk yere onunla ittifak yapacak bir adam değilsin. Daha düne kadar doğru düzgün adıyla bile hitap etmiyordun. Şimdi ne değişti?”

Tam hevesle dudaklarını aralamışken, konuşmasına engel oldum.

“Sakın bana yangında beni kurtarınca fikirlerin değişti yalanını söyleme,” Dudaklarını geri bastırdı bunu duyunca, artık gözlerinde kurnaz bir bakış vardı. “Sırf bunun için birisini yanına almayacağını çok iyi biliyorum. Merih’e hiçbir zaman güvenmedin sen. Bir anda ne değişti de adamın yapmaya karar verdin?”

Babam başını hafifçe çevirdi, kapıya doğru bir müddet kulak kabarttı. Sanki konuşmadan önce yalnızlığımızdan emin olmak istiyordu. Gözleri üzerimden kalkmış olsa da sesi hâlâ tepemdeydi. “Tehlikeli bir adam bu. Ne kadar yakınımızda olursa o kadar iyi.”

Şaşırmıştım; öyle ki neredeyse kekeliyordum. “Nasıl yani? Tehlikeli olduğunu nasıl anladın?”

Tekrar bana dönerek gözlerimi buldu. Düşünceli ve dalgındı artık bakışları. “Annesinden.”

O kadar huzursuz etmişti ki bu beni, yaslandığım yerde kımıldandım. “O ne demek? Neyi vardı annesinin?”

“Çok tanıdıktı, bir yerde gördüğüme emindim.” dedi, yanıma yaklaşırken. Sesi kısık ve dengeliydi. “Sonra nereden tanıdığımı hatırladım. Merih öylesine sıradan bir adam değil, Demre.” Artık tam karşımdaydı; ciddiyetle gözlerime bakıyordu. “Tan’ın onu nasıl bu kadar yakınına soktuğuna anlam veremiyordum. Çünkü sandığın kadar kolay değildir bu. Ama sebebi buymuş. Hürkan soyundan olduğu içinmiş.”

Silahı masaya koyarak ağırlığımı verdim ve sıkıca tutundum. Ne diyeceğimi kestiremiyordum.

İlk defa duymuş gibi şaşırmam gerekiyordu ama o kadar beceriksizce tepki koymaya çalışıyordum ki ortaya, yakalanacağımı biliyordum. Şimdi ne yapacaktım? Merih’in babasını da tanıyor olmalıydı. Bu gerçeğe bu kadar çabuk erişebileceğine hiç inanmamıştım.

Gözleri suratımdaki duygu karmaşasında gezindikçe, kaşları daha da çatıldı. Artık kuşku doğmuştu gözlerinde. “Şaşırmadığına göre, sen zaten bunu biliyordun.” Hiçbir karşılık vermeden, yalnızca mahcubiyetle başımı eğdiğimi görünce de cellallendi. “Aferin kızım, aferin sana. Bravo. Sen böyle babanı saf dışı bırak, kendi kafana göre planlar yap, tek başına bu adamlarla mücadele edebileceğine inan. Aferin sana.”

Telaşla kendimi savundum. “Ne yapmamı bekliyordun? Yıllar sonra ortaya çıkarak bir gecede pat diye sana güvenmemi mi? O kadar kolay mı zannediyorsun?” Gözlerine çöken hüznü görünce, duruldum birden. En nihayetinde, bu şekilde atışmanın bir yararı yoktu ikimize de. “Ayrıca söyleyecektim sana. Sadece vakit bulamadım, yoksa ben de öğreneli çok olmadı.”

Onun da öfkesi durulmuştu; fakat dinmemişti. “Sen ne zaman öğrendin?”

“Geçen gün buraya seni ziyaret etmeye gelen Aziz Hürkan değildi, ben de o zaman öğrendim.” Kaşları o kadar hızlı birbirine yaklaşmıştı ki, bir an onun da Merih’in babasını tanımadığını düşündüm. “Merih’in babası, Aziz’in de ikiziydi evimizdeki.”

Hafifçe geriye çekildi, benden uzaklaştı. Gözleri odanın her tarafına dokunuyordu; zihninden binbir çeşit düşüncenin akıp gittiği, bakışlarından bile belliydi.

Yalnızca şunu sordu. “Ben bile anlamadım, sen nasıl anladın bunu?”

“Çünkü ben o akşam Aziz’in gazinosundaydım, Merih’le ikisinin konuşmasını dinliyordum.” Birden elini kaldırınca susmak zorunda kaldım.

Gözlerini yumarak başını iki yana salladı. “Anlamadım, sen gecenin bir vakti gazinoya nasıl gidebildin?”

Derin bir nefes alarak hazırlandım; kendimi aklamanın yorgunluğunu şimdiden sezmiştim. “Buradaki adamlardan birinden rica ettim beni götürmesi için,” Özellikle en güvendiği adam olan Ömer’in ismini vermemeye özen gösterdim. “Yanıma Sinem’i de aldım ve gittim. Nasıl oldu bilmiyorum ama şansım bir şekilde yaver gitti, Beren’in ismini vererek içeri girebildim. Yoksa almıyorlardı. Neyse, bunlar önemli değil…”

“Ne demek önemli değil?” Elini havaya kaldırdırarak durdurdu. “Sanki çok normal bir yere gidiyormuşsun gibi rahat rahat anlatıyorsun bir de kızım. Hem, almazlar tabii. Yoldan geçen hanı değil orası!”

Gözlerimi devirdim huysuzca. “Başka çarem yoktu, baba. Ne yapayım? Kös kös oturmaktansa bir şeyler yapmak istedim. Merih’in sırlarından çok sıkılmıştım.”

“Gözlerini yuvarlama bana öyle,” dedi, terbiyesizlik yapmış haylaz bir çocuğu azarlar gibi. “Ayrıca bana gelsen, adam akıllı derdini anlatsan, ben kocan olacak adamın sırlarını deste deste önüne sererdim zaten senin.”

Burun kıvırarak omuz silktim. “Serme, istemiyorum. Ben kendim öğrenirim.”

Oldukça cezbedici bir teklifti aslında bu; fakat beni korkutmuştu. Babamın benden önce onun sırlarını öğrenmesini istemiyordum. Çünkü açığa nelerin çıkacağını hiç ama hiç kestiremiyordum. Bu şekilde Merih’i babamın gazabından koruyabilmek imkansız olurdu.

Kendim diye bir şey yok, Demre.” Başını hafifçe eğerek, koyu gözlerini belertti. “Bundan sonra kendi başına hareket etmek yok. Birlikte yürüyeceğiz. Bana güveniyorsan eğer, sırtını da bana yaslamak zorundasın.” 

“Sırtımı sana yaslamamı istiyorsan eğer,” Sesindeki baskıyı taklit ederek, ben de aynı şekilde gözlerimi belerttim. “Sana güvenmemi sağla.” Silahı masada bırakarak, doğruldum. Yavaşça karşısına geçtim. “Ben de tek başıma bu adamlarla mücadele edemeyeceğimin farkındayım. Ama kime yaslanacağımı bilmiyorum.” Sesim o kadar kısıldı ki, sanki sadece kendime duyurmak istediğim sözlerdi bunlar. “Sanki kime yaslansam, devrilecekmiş gibi. Kime güvensem, altında ezilecekmişim gibi.”

Yalan değildi bu; fakat doğru da değildi.

Benim güvensizliğim yalnızca tek bir adama aitti. Ona karşı hissettiğim düş kırıklığı o kadar büyüktü ki, sadece bu duygunun sorumlusu olan kişiye sığamıyordu; etrafımdaki herkese bir pay düşüyordu.

Birden ellerimi tutunca, irkilerek zihnimden sıyrıldım. “Asla seni yarı yolda bırakmam, Demre. Asla. Ben devrilirim gerekirse,” Ellerimi, iri ellerinin arasına hapsederek sıktı. “Ama seni asla devirmem. Sana zarar vermek isteyenler, önce cesedimi çiğnemek zorundalar.”

Bu korkunç ihtimalin zihnimde şekillenmesi bile, tüylerimi ürpertmişti. Ellerimi sarmalayan sıcaklığa baktım kör gözlerle. Cemre de bu hissi tadabilmeliydi. Benden daha çok hak etmişti bu hissi. Boğazımdaki yumruyu yutkundum; gözlerimdeki yaşları kırpıştırdım.

Tekrar babama baktım. “Cemre’nin intikamını almak için her şeyi yaparım. Artık kimin canı yandığı umrumda değil. Benim canım çok yandı çünkü.” Ellerimi çekerek, bir adım geriledim. “Bana zaten yeterince zarar verdiler, baba. Madem benimle birlikte yürümek istiyorsun, öyleyse bana neler yaptıklarını dinleyecek misin?”

Hiçbir karşılık vermedi ama duruşu değişmişti.

Sırtımı dönerek, pencereden dışarıya baktım. Sonra birden gözüme masanın üstünde bekleyen silah ilişti. Benim silahım. Ona doğru yürürken, bir yandan da sakince anlatıyordum. “Benim asıl derdim Tan Şahoğlu’yla. Aziz’in benimle uğraşmasının tek nedeni, senin kızın olmamdı. Ama Tan,” Masanın ucunda durdum, silahı elime aldım. “Tan, seneler önce Cemre’yi bile parmağında oynatmış, çok sonra öğrendim bunu. Aradan yıllar geçti ve beni de parmağında oynattı. Bilerek evine aldı çünkü her şeyi planladı.”

Silahın ağırlığını hissederek, yüzümü ona döndüm. Hiçbir karşılık vermiyor yahut sözümü bölmeye yeltenmiyordu. Yalnızca, hikayenin benim tarafımdan olan kısmını, pür dikkat dinliyordu.

“Çok toydum, neyin içine girdiğimi bilmiyordum. Kötülükle nasıl mücadele edeceğimi bile bilmiyordum, çok kolay lokmaydım onlar için.” Yaşadıklarımı anımsamak, göğsümü sıkıştırmıştı. “Arkadaşlarımı tek tek gözümün önünde katletti. Beni haftalarca ilaçlarla kilitli tuttu,” Tekrar aynı hakikati duymanın sinirlerini ne kadar yıprattığı belliydi; çenesini sıktığını gördüm. “Uyandığımda, nazar boncuğuna bağımlı bir hâldeydim. Almadığım zamanlarda kendimi kaybediyordum.”

Kaşları çatıldı; gözleri buğulanmıştı. “Bağımlı mı? Bundan bahsetmemiştin. Bana arabada her şeyi anlattığında bundan hiç söz etmemiştin, Demre.”

Omuzlarımı silktim. Bahsettiği geceyi hatırlayabiliyordum; ona başımdan geçen her şeyi anlattığım arabadaki konuşmamız, hâlâ dün gibi aklımdaydı. “Endişelendirmek istemedim çünkü kontrol altına almış sayılırdım o sıralar…”

Sertçe sözümü kesti. “Nasıl kontrol altına alabildin? Profesyonel destek alman lazımdı bunun için.” Yanıma geldi ama sonra durdu, feleği şaşmış gibi bir o yana bir bu yana gitmeye başladı. “Bağımlılığın olduğunu söylememiştin bana. Bu ciddi bir şey. Hemen müdahale etmemiz şart. Ulan Tan, ulan Tan. Geberteceğim seni…”

“Baba,” Durduğum yerden uzanarak kolunu tuttum, umarsızca oradan oraya savruluşunu kestim. “Merak etme, şu anda iyiyim. Çok kötü zamanlarım oldu, evet ama şu anda iyiyim. Merih çok yardımcı oldu bu konuda, asla tek başıma başaramazdım. Ama artık eskisi gibi yoksunluk çekmiyorum.”

“Merih mi? O ne yaptı ki? Nasıl yardımcı oldu?” Korku ve endişeyle suratımı avuçladı birden. Yanaklarımın üstüne kapanan elleri, suratımı kaldırarak meydana çıkarmıştı. Panik dolu gözleri, sanki bir tahribat görebilecekmiş gibi, suratımı turluyordu. “İyi misin gerçekten? Doğruyu söyle bana, Demre. İyi misin?”

“İyiyim baba, gerçekten. Artık daha iyiyim.” Bileklerini tutarak hafifçe sıktım, teselli etmeye çalıştım. “Nedenlerle vakit kaybetmeyelim, olan oldu. Nasılları düşünmemiz lazım artık.” Geriye çekilerek, kollarımı kendime doladım. “Nasıl yenebiliriz?”

Kararlılığım onda da bir şeyleri tutuşturmuştu. Geriye çekildi, sanki damarlarına bir kuvvet zerk olmuştu; her nasılsa, artık daha dinçti. “Bulacağız, nasıl yenilir bulacağız ama her şeyden önce,” diye mırıldandı, gözlerini ve parmağını suratımdan ayırmayarak masanın arkasına giderken. “Öğrenmen gereken şeyler var. Cemiyetle savaşmadan önce, cemiyetin nasıl bir yapı olduğunu bilmen gerek Demre.”

Eliyle, karşısındaki koltuğa oturmamı söyledi.

Masanın altına eğilerek, göremediğim bir yerden çıkardığı anahtarla çekmeceyi açışını ve içinden çıkardığı ince bir dosyayı masaya fırlatışını seyrettim. Bir elini cebine sokarken, diğeriyle uzandı; gelişigüzel serilmiş dosyanın kapağını açtı.

Sessiz bir beklentinin içinde, gözlerimiz kesişti.

“Yoldaşlık Cemiyeti,” Açtığı dosyanın içinden çıkan renksiz, eski fotoğrafı gösterince tanıdıklığıyla sarsıldım; bu, Şahoğlu konağının koridorunda asılı duran tablonun aynısıydı. “1979 yılında İzmir’de kuruldu, İlk Büyükler tarafından. Biri benim babamdı, yani senin de deden,” Uzattığı fotoğrafı aldım, ilk defa görüyormuş gibi bir ilgiyle inceledim. “Biri Tan’ın babasıydı, sonuncusu da Aziz’in babasıydı. Bu üç büyük adam cemiyetin temelini attı atmasına ama inşaası için üç vâris seçmeye karar kılındı. Herkese de bir vâris atama hakkı sunuldu.”

Fotoğrafta, elinde tuttukları kadehlerle en ortada dikilen üç yaşlı adama baktım.

“Tabii bu durum kardeşler arasında rekabete sebep oldu,” dediğini duyunca başımı kaldırdım, şaşırmıştım. “Cemiyetin eline tutuşturacağı güç muazzamdı, cezbediciydi. Hâliyle, vâris olabilmek için kendi kanından insanları ezmeye bile çekinmeyen kardeşlerin kavgaları patlak buldu.”

Merakla sözünü kestim. “Peki siz? Yani amcamlarla sen, böyle bir rekabete girdiniz mi?”

Az önce benim durduğum yere, masanın önüne yaslanarak ellerini cebine soktu. “Bizim durumumuz biraz farklıydı. Sadece aramızdan biri bu koltuğa oturmak istiyordu, o da küçük amcandı.” Dalgın dalgın uzaklara baktı. “Ama babamın istediği kişi o değildi.” Birden suratımdaki ifadeyi görünce gülerek ekledi. “Ben de değildim, Demre. Babam hiçbir zaman koltuğu benim doldurabileceğime inanmadı. Zaten benim böyle bir arzum da yoktu, tuzum kuruydu. Başka hayallerim vardı.”

Başka hayallerim vardı cümlesini kurarken aniden renk değiştiren sesi, içimi burkmuştu. Ancak eşeleme cesaretini gösteremedim.

Bu yüzden başka bir şaşkınlığımı dile getirdim. “Büyük amcam mıydı yani? Ama onun ben doğmadan öldüğünü söylemiştin. Yoksa onu da mı sen…”

Ne dediğimi duyunca sesim gitgide kısıldı, sözümü yarım bıraktı. Babam bir süre tepkisizce suratıma baktı; cümlemi tamamlamamış olsam da neyi kastettiğimi anlamıştı.

“Hayır, onu ben öldürmedim.” Boğazını temizledi, duruşunu düzeltti. “Aslına bakarsan, zaten ölmedi. Büyük amcan hayatta.”

“Ne?” Neredeyse fotoğraf elimden kayıp düşecekti. “O zaman neden öldüğü yalanını söyledin bana?”

“Benim yalanım değildi ki bu.” dedi, kendisini aklamak için fazla çabadan kaçınarak. “Babam böyle bilinsin istedi çünkü evlatlıktan reddetmişti onu, adını bile anmıyordu. Abim…” Düşündü kısa bir an. “Farklı bir yolda yürümeyi seçti diyelim.”

“Görüşüyor musunuz peki?”

Omuz siklerek, kinayeli bir tavırla güldü. “Karşılaşıyoruz diyelim.”

Neyi kastettiğini anlayamamıştım ama sormaya da çekinmiştim; abisiyle ilgili merakımı gidermek istemediğini açıkça sezebiliyordum çünkü.

Kimdi amcam? Neredeydi?

“Sonuç olarak,” Konuyu değiştirerek, kaldığı yerden cemiyeti anlatmaya devam etti. “Her baba bir oğlunu vâris atayarak, koltuğa geçirdi. Benim seçme hakkım yoktu. Tan üç erkek kardeşin içinde en büyüğüydü, sorguya bile suhal verilmedi, başa geçti. Ama Aziz,” Derin bir nefes verdi, kaşları çatılmıştı. “Aziz’in ikiz bir kardeşi vardı sadece. Salih. Bu yüzden yaş, seçilmek için bir kriter olamadı. Rekabetleri çok şiddetliydi.” Gözleri karardı sanki. “Her açıdan.”

O kadar meraklanmıştım ki, oturduğum yerde farkında olmadan kımıldanıp duruyordum.

“Salih tuhaf bir çocuktu, ruhsal sorunları vardı. Babasının onu dönem dönem akıl hastanesine yatırdığını duyardık. Dışarda olduğu zamanlar cemiyet toplantılarında denk gelirdik ama Aziz vâris olduktan sonra hiç görmemeye başladık.” Kaşları çatılmıştı, hatırlamak için uğraşıyordu. “Sonra aile kurduğunu, hatta çocukları olduğunu duyduk ama cemiyette bir sıfatı olmadığı için hiç görmüyorduk onu ve ailesini.”

“Sonra noldu peki?” diye sordum, aceleci bir merakla.

“Valla yıllar sonra kulağımıza gelen tek şey, evinde çalışan genç bir bakıcıyla kendi öz oğlunu cinnet geçirip öldürdüğüydü. Ne kadar doğru bilmiyorum çünkü cemiyetin içinde kimse başkasının kirli çamaşırlarını karıştırmaz,” Dudaklarını büzdü, önemsiz bir detaymış gibi omuz silkti. “Zaten sonra da akıl hastanesine kapatıldığını duyduk.”

Sessizliğe gömülerek, arkamı yaslandım. Babamın bahsettiği genç bakıcı Nilüfer isimli kız olmalıydı. Kimin bakıcısıydı ama? Furkan’ı gerçekten babası öldürdüyse, niçin suçu Merih’e atıyordu? Üstelik sırf bu yüzden akıl hastanesine bile kapatılmışken.

Babam elimde olduğunu unuttuğum fotoğrafı alarak, bir süre sükunet içinde cemiyet üyelerini inceledi.

“Sonuç olarak vârisler seçildi. Tan üretimi üstlendi. Babası ünlü bir kimyager olduğundan bütün formülleri, madde imalatını ve labarotuvarın işleyişini çok iyi biliyordu. Aziz dağıtımı üstlendi, gazinoların karmaşası bunu maskelemek için elverişli bir ortam sağladı, geleni gideni çoktu. Malın piyasaya sürülmesi ve sokak seviyesinde devasa bir satış ağı kurmak onun kontrolündeydi.”

Fotoğrafı dosyanın içine geri koydu.

Hevesle, sözünü devam ettirmesini bekledim. Sırtını bana dönerek, dosyanın sayfalarını karıştırırken sabırsızca onu izledim. Yanıtının masum bir kuyumculuk olmadığını biliyordum. Bizi bırakıp gitmeden önce bile ara sıra ortadan kaybolan babamın, gerçekte ne işle meşgul olduğunu hep sorgulamıştım ve sonunda bu cevabı duyacak olmanın heyecanını soluyordum.

Ama bir türlü sözünü devam ettirmiyordu. Bu yüzden sonunda dayanamayarak, biraz asi bir tavırla, “Ee? Sen ne yapıyorsun peki?” diye sordum.

“Ben mi?” Omzunun kıyısından bana baktı. Mağrur bir gülümsemeyle, yavaşça bana döndü; iki elini de havaya kaldırmıştı. “Yönetiyorum.”

Kaşlarımı çattım. “Nasıl yani? Koskoca cemiyeti sen mi yönetiyorsun?”

Güldü; kafamın karışıklığı onu eğlendiyordu belli ki. “Yönetim ve istihbarat bende. Kararları veren, uzun vadeli vizyonu belirleyen kişi benim. Üretici ve dağıtıcı her zaman bana rapor verir.” Son anda aklına gelmiş gibi dalgın dalgın ekledi. “Polisle, siyasiler ve bürokratlarla, medyayla ilişkileri de ben yürütürüm.”

“Polisle mi?” Ağzım açık kalmıştı. “Polisle anlaşma mı sağlıyorsunuz? Sizden ve yaptıklarınızdan haberleri var yani?”

“Demre…” O kadar içten güldü ki beyaz dişleri gözükmüştü. “Koskoca yeraltı örgütünü ülkenin radarından gizleyebilmen mümkün mü sence? Bu bir denge işi. Terazinin dengesini bozmadığın müddetçe,” Hafifçe öne doğru eğilerek, parlayan gözleriyle suratıma baktı. “Üstüne her zaman yeni bir ağırlık ekleyebilirsin.”

Her nedense, kendimi adaletsizliğe uğramış hissettim. “Rüşvet vererek aklanıyorsunuz yani.”

“Vergi diyelim.” dedi, aldırışsızca gülümseyerek.

“Baba!” Sitemle suratına baktım. “Hiç hoş bir şey değil bu, gülüyorsun bir de.” Gülümsemesinin daha çok yayıldığını görünce sinirim bozuldu. Ama yine de aklıma takılan başka detayı sordum. “Polisle bağlantıyı sen sağlıyorsun yani, doğru mu anladım?”

Başını salladı ve tuhaf bir ketumlulukta mırıldandı. “Polisimle aram iyidir. Ne şanslıyım ama…”

“Kuyumculuk ne alaka peki?” diye sordum, istemeden biraz saldırgandım. “Dedemin kuyumcu olduğunu, senin de onun işlerini yürüttüğünü söylemiştin. Bu da mı yalandı?”

“Hayır, yalan değildi.” dedi çabucak; artık gülmüyordu. “Arka planda dönen tüm bu yasadışı kazançları bir şekilde kamufle etmen gerekir. Biz bunu kuyumcu dükkanlarıyla, Şahoğlu ailesi kitabevleriyle, Hürkan ailesi ise gazinolarla bunu sağlıyordu. Yani yalan yok, kuyumculuk bizden sorulur.”

Kusursuz ve neredeyse görünmez bir teşkilatlanmaydı; tam anlamıyla tüyler ürperticiydi. Üstelik tüm bu örgütlenmeyi ve ağ sistemini kusursuz bir hakimiyetle yöneten adamın benim babam oluşu da cabasıydı.

“Tüm bunlar,” diye mırıldandım, kendime engel olamayarak. Kelimeler ardı sıra dudaklarımdan dökülüyordu. “Bizi bırakman için yeterli bir sebep miydi peki?”

Hazin bir suskunluk oldu. Omuzları hafifçe çöktü, bakışlarında meşum bir ifade dolanmaya başlamıştı.

“Hayır, değildi, olmamalıydı da.” dedi, duygularını yitirmiş bir sesle. “Ama annenin beni aldatması yeterli bir sebepti o zamanlar için.”

Sanki başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü. Bütün saldırganlığımı, kalkanlarımı kaybettim o an. Babama karşı kullanacak hiçbir silahım kalmadı.

İtiraf etmesi zor bir sırdan bahseder gibi, binbir güçlükle konuşuyordu. “Gururuma yediremedim. Her şeyi terk ederek bedelini size de ödetmiş oldum, hata ettim.” Gözlerinin buğulandığını gördüm. “Ama beynimden vurulmuşa dönmüştüm, sağlıklı düşünemiyordum. Babamı, bütün ailemi karşıma aldığım kadın tarafından kandırıldığımı öğrenmek, beni darmadağın etmişti.”

İnanamıyordum duyduklarıma; anneme bunu o kadar konduramamıştım ki bir an babamın yalan söylediğini itiraf etmesini beklerken bulmuştum kendimi. Sanki şimdi, hemen itiraf etse, rahatlayarak inanacaktım.

“Zaten bu yüzden, babama boyun eğerek cemiyetin vârisi olmayı kabul ettim. Her şeyden, kendi ailemden vazgeçtim.” Kederli bir gülüş taştı dudaklarından. “Onun da başka seçeneği yoktu, kabul etti.”

Karşımda duruyordu hâlâ; o iri cüssesi, dik duruşu, vakur hâliyle. Ama onun aksine ben, içimdeki kırgınlığı saklayamıyordum. “Neden beni hiç bulmaya çalışmadın?”

“Çalıştım.” dedi, hiç tereddütsüzce. “Ama bunu kimseye sezdirmeden yapmak çok zordu, kısıtlı imkanlarım vardı. Öz kızım olduğunu öğrenseler seni yaşatmazlardı, biliyordum. Seni bulmaya çalıştım ama bulamadım. Kaldığın yerlere kimliğini vermiyordun muhtemelen, hiçbir hastane veya okulda da kaydını bulamamıştım. Bu yüzden seni kaybetmesinin bedelini en ağır şekilde amcana ödettim zaten.”

Amcamı bu şekilde anması tüylerimi ürpertti.

Fakat haklıydı; kaldığım yurtlarda sırf kira ödememek için sigortasız, yarı zamanlı temizlikçi olarak çalışıyordum. Bu sebeptendi belki de hiç kimse benden sisteme girebilmek için kimliğimi veya bilgilerimi talep etmemişti. Zaten kolay kolay da hastalanmazdım; bu yüzden hastaneye de yolum düşmezdi. Keza doğru düzgün okul da okumamıştım.

Var olmayan birisi gibi yaşamıştım resmen.

“Bir gün beni tam anlamıyla affedebilir misin bilmiyorum, Demre,” Birden yanıma gelerek tek dizinin üstünde çöktü, gücünü hissettirerek bacağımı tuttu. “Ama sana ve kardeşine yapılan her şeyin acısını çıkartacağım. Yemin ederim, çıkartacağım. Bana kimden başlayacağımı söyle demiştim sana, sen de bana Emre Şahoğlu demiştin.”

Haftalar önce, arabanın içinde yaptığımız o konuşmayı anımsadım. İlk onun ismini vermiştim; çünkü kızlara yaptıklarını hazmedememiştim. Diğerlerinin acıyı dibine kadar yaşamasını; ama onun büsbütün yaşamamasını istemiştim.

“İstediğini yaptım.” dedi, hiçbir pişmanlık barındırmayan bir düzlükte. “Şimdi bana söyle, sırada kim var?”

“Hayır.” dedim. “Sıradakiler ölmemeli. Cezaları bu kadar hafif olmamalı. Acı çekmelerini, dağılmalarını ve birbirlerine düşmelerini istiyorum. Özellikle de Tan’ın,” Karnıma bir gerginlik saplandı, mahzende geçirdiğim geceleri hatırlayınca. “Tan’ı nasıl geri dönüşü olmayacak şekilde yıkabilirim, bilmiyorum. Ama en hassas yerinden yıkacağım.”

“Bulacağız en hassas yerini, merak etme.” Babam desteklercesine bacağımı sıkarak geri ayaklandı. Karşımdaki deri koltuğa oturdu. Ceketi yine katlanmış, silahını açığa çıkarmıştı. “Sıradakilerin arasında başka kim var? Merak ettim şu listeyi doğrusu.”

Yalnızca, “Canımı sıkan herkes.” demekle yetindim.

Ama irdeleyeceğini sezmiştim; nitekim öyle de oldu.

“Damat var mı?” dedi, dalgasız bir sesle.

Yavaşça arkama yaslandım ve onu yanıtsız bırakmaktan çekinmeyerek, yalnızca koyu gözlerine baktım.

Belli belirsiz gülümsedi. “Annene hiç benzemiyorsun, Demre. Sana baktıkça kendimi görüyorum ve bu beni gururlandırıyor.”

Güldüm. “Otelde çalıştığım zamanlar amcam hiç öyle söylemiyordu ama. Sürekli anneme benzediğime dair şikayetlenirdi.”

Babam tıslarcasına gülerek, gözlerini devirir gibi oldu. “Amcan şimdiki hâlini görseydi, emin ol sana o lafları söylemeye cesaret bile edemezdi.”

Anneme benzetilmemi bir hakaretmiş gibi betimlemesi, beni güldürdü. Ama haksız da sayılmazdı; gerçekten de benzemek isteyeceğim son kişiydi.

“Doğruyu söyle,” dedi birden konuyu değiştirerek. “Merih sana kötü bir şey mi yaptı? Sana yemekte de sordum, yine soruyorum. Adamı apar topar şutladın odadan, ben kafamdaki planları doğru düzgün eyleme dökemeden.”

Derin bir nefes alarak, oturduğum yerden kalktım. “Merih listemde yok, baba. Ama bu girmeyeceği anlamına da gelmiyor. Onunla ilgili ne yapacağıma henüz karar vermedim, sen de bensiz karar verme lütfen.”

Bu ihtimalden ne kadar ürktüğümü ona hissettirmemeye çalıştım fakat düşünmesi bile tüylerimi diken diken yapmaya yetiyordu. Zira babam Merih’in o gece Cemre öldürülürken otelde olduğunu öğrenirse, asla merhamet göstermezdi.

Ne ona, ne de bana.

“Beni bir yere götürmekten ve bütün gerçekleri göstermekten bahsediyor,” Masaya sokularak üstünde duran silahı aldım. Artık bana ait olduğuna inanmak epey zordu. Tıpkı babam gibi, belimin arkasına kıstırarak gömleğimin altına saklarken ona döndüm. “Ne göstereceğini merak ediyorum. Kararımı ondan sonra vereceğim, sen de aynı şekilde. Anlaştık mı?”

Niçin bu kadar anlaşmak için çabaladığımı anlamasa da başını sallayarak beni rahatlattı.

Silahın iyice gizlendiğinden emin olduktan sonra, gitmek için kapıya doğru yürüdüm. Belimdeki yabancı ağırlığa alışmak güç olacaktı. Kapıyı araladım ama çıkmadan önce omzumun üstünden ona bakarak, duraksadım. “Ayrıca haklısın, baba.”

Anlamayarak kaşlarını kaldırdı.

Kapının ardında kaybolmadan önce, alaylı gülümsedim. “Gerçekten de sana çekmişim.”               

*

Kızlarla birlikte oturup kalkıyor olmamı hâlâ yadırgayan gözler vardı evin içerisinde; diğer çalışanlar bu samimiyeti henüz sindirememişti. Hâlâ bana evin sahibi gibi, talep etmediğim bir saygınlıkla yaklaşıyorlardı.

Ama neyse ki kızlar için durum bambaşkaydı.

“Efendim, bardağınızı nereye alalım?” dedi Aylin, zihnimde dönen düşüncelerle alay edercesine.

“Ver şunu ya,” dedim gülerek, elinden bardağı çekip aldım. Ama aklım başka yerlerdeydi; hâlâ babamla dün yaptığım konuşma zihnimde anafor gibi dönüp duruyordu.

“Bana baksana Demo sen,” Ece yanıma oturarak pişkin pişkin sırıttı. “Bugün bahçeden yolduğun o çiçekler, ne içindi? Merih’i savuşturmak için mi?”

Aylin de karşımıza oturarak kıkırdadı. “Bir de kapına asmışsın koca bir demet.”

Umursamaz gözükmeye çalışarak, omuz silktim. Sabah erkenden kalkmış, kendimi bahçeye atmış ve etrafta gördüğüm neredeyse bütün çiçeklerden birkaç demet koparmıştım gerçekten de. Odam sabahtan beri buram buram çiçek kokmuştu. “Ne alaka? Bahçe bizim değil mi? Odamda çiçek istedim ve topladım.”

Karşımda oturan Sinem iki kolunu masanın üstüne sermiş, çenesini avucuna dayamıştı. “Valla ben hâlâ senin evinde yaşıyor oluşumuza alışamadım, Demre. Sanki konakta gibiyiz hâlâ. Ama bu ev senin.”

“Nereden benimmiş…” dedim kendi kendime.

Ece hafifçe sırtıma vurdu. “Ay ne inatçısın yahu. Koskoca ev işte, sahiplensene benim diye.”

Sude masanın kıyısına otururken, boşluğuna denk gelmiş gibi dalgın dalgın mırıldandı. “O öyle kolay olmuyor bence, Demre de haklı.”

Kısa bir suskunluk oldu. Sude’nin bunu söylerkenki ses tonu, şaşırtmıştı beni. Kıyasa düşüyordu belli ki. Sanki buraya geldiğinden beri aklında böyle düşünceler dönüp duruyormuş gibi bir tınısı vardı.

Aylin birden patavatsızca söze daldı. “Doğru gerçi. Ona bakarsak Sude de Şahoğlu soyadını taşıyor ama bırak konağa sahip olmayı, mutfaktaki kaşığında bile hakkı yoktur kızın.”

İnsanın huzurunu tırmalayan bir sessizlik oldu.

Sinem uzanıp masanın altından ona sertçe tekme attı. Aylin oturduğu yerde sıçradı; masa bu ani irkilmesiyle sarsılmıştı.  Üstündeki bardaklar zangırdadı. Fakat yine de Sude bir karşılık vermedi. Yalnızca önündeki sarsılan bardakla ilgileniyordu.

Hemen konuyu değiştirmek istedim. “Evdeki diğer çalışanlar da tatlı ama hâlâ aramızdaki mesafeyi aşamadık. Her an onlara emir verecekmişim gibi davranıyorlar. Neden böyle yapıyorlarsa?”

Sinem çabamı fark ederek, “Aynen ya, aslında arkadaş olabiliriz yani. Meral abladan da çekiniyorlar.” diye ekledi hemen.

Ece beceriksizce kekeledi; gözleri habire Sude’ye gidip geliyordu. “Aynen ya, cidden. Kafa kızlarız aslında.”

Sonra birden, Sude etrafında dönen bu beceriksiz konuşmayı bölüverdi. “Gerilmenize gerek kızlar. Aylin yanlış bir şey söylemedi. Gerçekten de konağın bir kaşığında bile hakkım yok benim.”

Kimse bir şey söyleyemedi.

Ama bu sessizlik onu yatıştıramamıştı. Kendi içinde verdiği çatışmayı daha fazla susturamayarak, birden doğruldu. Etrafında oturan bize, tek tek bakmıştı. “Aslında artık hiçbir şeye sahip değilmiş gibi hissediyorum ben.” Sesinde gizlenmiş bir gücenmişlik vardı. “Hatta sizin arkadaşlığınıza bile.”

Sessiz bir bakışma döndü masada; herkes afallamıştı bu beklenmedik sözlere. Fakat hâlâ kimse bir karşılık veremiyordu. Gitgide uzayan suskunluk, aramızda geri dönülmez bir çatlak oluşturacakmış gibi hissettirince, yine telaşla öne atıldım.

“Nasıl yani?” dedim, gerginliği kırmak adına gülerek. “Öyle bir şey yok tabii ki, saçmalama. Yanlış anlamışsın sen.”

Ece de benden cesaret bularak çabucak ekledi. “Evet, öyle bir şey yok tabii ki…”

İlk başta hiçbir tepki vermedi bize; sanki gerçek duygularını bastırmaya uğraştı. Ama sonra vazgeçti bu uğraştan ve hiç beklemediğim bir tepkiyle, dosdoğru bana saldırdı. “Tabii, ben yanlış anlamışımdır. Her şeyin doğrusunu bir sen bilirsin zaten Demre.”

Afallamıştım. “O anlamda söylemedim, Sude. Neden durduk yere böyle davranıyorsun şimdi?”

“Durduk yere mi?” diye çıkıştı, yoğun bir hayretle. “Farkında mısın bilmiyorum ama hiçbir şey durduk yere olmadı. Seninle mahzene indiğimiz,” Sustu birden, diğer kızlara kaçamak bakışlar attı. “O günden beri hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Beni hâlâ affetmediğini görebiliyorum, kör değilim. Bakışların, konuşman, her şeyin değişti bana karşı. Nefret ediyorsun benden…”

Sinirle güldüm. “Nefret mi? Saçmalama…”

Diğerlerinin yanında açıkça bu meseleyi masaya koyacağını hiç tahmin etmemiştim; bu sebepten belki, nutkum tutulmuştu. Keza hâlâ ona karşı davranışlarımı gözlemlediğini de fark etmemiştim. Ama haksız değildi; gerçekten de o günden sonra aramızda eski bağ tekrar oluşamamıştı.

Yine de bunun konuşulması gereken yer burası da değildi.

Bu yüzden elimden geldiğince alttan alarak, sadece yatıştırmaya odaklandım. “Bence bunu başka bir zaman konuşsak çok daha sağlıklı olacak…”

Gülerek sözümü kesti hırçınca. “Başka zamanı mı var artık bunun? Konuşacak bir şey de kalmadı ki. Hâlâ bana hatamın bedelini ödetmeye devam ediyorsun ve biliyorum, ölene kadar edeceksin de…”

İçimde bir öfke kımıldadı. “Hiçbir şey olmamış gibi seni kucaklamamı bekleyemezsin benden. Bencillik bu, başka bir şey değil.” Karşılık vermek için ağzını açınca, sesimi yükselterek onu susturdum. “Bir şeyler yaşandı ve bitti. O gece sana bir seçim imkanı sundum ve sen de seçimini yaptın. Bunun gayet farkındasın. Acınası seçiminin arkasında dur.” Gözlerinin dolduğunu gördüm ama yine de kendimi susturamadım. “Sırf seçtiğin kişi seni terk ettiği için de bana gelip merhamet dilenme, Sude. O gece orada arkadaşlarımız katledildi.”

Kızların şok olarak birbirlerine baktıklarını görünce sonunda sustum, arkama yaslandım. Sinirden nefeslerim sığlaşmıştı; göğsüm hızla inip kalkıyordu. Babamın evine taşındıklarından beri Sude’de bir tuhaflıklar seziyordum ama bu kadar ciddi bir çatışma içinde olduğu aklımın ucundan dahi geçmemişti.

“Benim için hiçbir şey bitmedi, bu kadar kolay kestirip atamazsın.” Hışımla arkasına yaslandı; burnundan soluyordu fakat aynı zamanda da her an ağlayacakmış gibiydi. “Seninle aram bozulduğundan beri hiçbir şeye dahil olamıyorum ben. Çünkü her şey seninle alakalı Demre, her şey senin etrafında şekilleniyor. Bütün olaylar, arkadaşlarım, ailem ve hatta annem bile... Hoşlandığım adamın hayatına bile dahil olamıyorum ben. Ama sen kiminle yakınsan o rahatça dahil olabiliyor.” Sesi titredi. “Yani tamam, hata ettim ama bedeli bu kadar ağır mı olmalıydı?”

Sinem’le göz göze geldik; masadaki herkes Çınar’dan bahsettiğini anlamıştı, belliydi. Fakat sesi o kadar kırılgandı ki daha fazla kırmaktan korktuğundan, hiç kimse karşılık veremiyordu.

Yavaşça arkama yaslandım çünkü ben de hiçbir karşılık verememiştim. Ne söyleyebilirdim ki? İçimde hüzünle karışık, tuhaf bir acıma duygusu belirmişti sadece.

Tam bu esnada yükselen bir alkışlama sesi hepimizi korkuttu.

Sıçrayarak arkamı döndüğümde, Beren’in kapı eşiğine yaslanmış bir hâlde tiyatro seyreder gibi arsızca bizi izlediğini gördüm. Bir bu eksikti. Dudaklarındaki tebessüm o kadar genişti ki sanki kahkaha atmamak için birbirine bastırdığından böyleydi.

“Senin ne işin var burada?” diye sordum, şaşkınlık içinde.

Kıkırdadı, artık alkışlamayı kesmişti. “Bensiz kaoslar mı döndürüyorsunuz bakayım? Konak sizsiz çok boşaldı, artık eğlenecek hiçbir şey kalmadı vallahi.”

Apar topar oturduğum yerden kalktım. Sude’nin ne denli utandığını ondan tarafa bakmasam bile sezmiştim. Bu yüzden Beren’i hızlıca bulunduğumuz ortamdan koparıp uzaklaştırmak istedim.

Sude’ye kenetlediği kurnaz gözlerinden, onu hor göreceğini anlamak pek de zor değildi. Nitekim öyle de olmuştu. Neşeyle kıkırdayarak, “Kız merak etme, ben sana kaşık veririm ayol.” dedi.

Sinirle yanına giderek, “Ne zamandır buradasın sen?” diye çıkıştım. Bir yandan da mutfaktan ayrılmış, onu da kolundan tutarak peşimden sürüklemiştim. Sude’nin zedelenen onurunu içimde bile sezebiliyordum.

Sürükleyişime güldü; mutfaktan çıkmadan hemen önce kızlara umursamazca el sallamıştı. “Özlemişim kız valla sizi sıçanlar, hadi öptüm.”

Kolunu bıraktım ve hışımla salona doğru yürümeye başladım; onun da arkamdan geldiğini duyabiliyordum. Adımları telaşsız ve yavaştı. Topuklularından çıkan gürültü, bütün evde yankılanıyordu.

Salona girerek kapıyı arkamdan açık bıraktım. Odanın ortasında durarak kollarımı kendime doladım ve ona döndüm.

Karşıma geçerek gülümsedi. Onu en son gördüğüm zamandan beri çok değişmişti; yorgundu, suratını süslediği makyajı biraz özensizdi ve kilo vermişti. Diri gülümsemesi dışında, ölgün duruyordu.

Üstünde karışık desenli, açık tenini kesen çizgilerle dolu bir trençkot vardı. Saçları düzgünce toplanmasına rağmen uzun zamandır taranmamış gibiydi.

“Beni özledin mi?” diye sordu, cilveli bir tavırla. Ama bir cevap beklemiyordu; içerideki geginliğe attığı bir kanca gibiydi bu soru.

“Neden geldin?” dedim, duymazdan gelerek. “Babam evde değil, eğer onun için geldiysen…”

“Hayır,” dedi hemen. Biraz gücenmiş gözüktü. “Senin için geldim. Özledim ayol seni. Hem teşekkür borcumu da getirdim.”

“Ne teşekkürü?” Şaşırmıştım.

Göz ucuyla salonu süzdü, hiçbir nesneye tam bakmadı. Sonra yönünü, sanki bu evde yaşamış gibi, doğrudan alçak kitaplığa çevirdi. Üstündeki ufak biblolarla oynamaya başlamıştı. “Abimin gazabından beni çekip kurtardığın için.”

Sessizlik vuku buldu birden. Ne diyeceğimi bilememiştim; çünkü böyle bir teşekkür duymayı beklemiyordum. Onun da bu konuşmayı çok elekten geçirdiği belliydi; teşekkürü zar zor dökülüyordu ağzından.

Neyse ki bir yanıt beklediği de yoktu; konuşmayı sürdürüyordu. “Sırtını dönebilirdin. Korkup kaçabilirdin. Herkes gibi beni aşağılamalarına müsaade edebilirdin. Ama yapmadın. Ömrüm boyunca ilk defa, biri benim için dik durdu.” Gözlerini biblodan kaldırdı, bana baktı. “Bunun için teşekkür etmeye geldim.”

İçten içe dumura uğramıştım; keza bütün öfkem de dinmiş, yumuşamıştım. Herkes gibi derken yaptığı vurgu dikkatimden kaçmamıştı; sesindeki kin ve içerleme öylesine ağırlaşmıştı ki bu kelimeyle birlikte, ailesine karşı duyduğu öfkenin bir yansıması gibiydi.

Yavaşça kollarımı kendime doladım. Bir süre gözlerinin içinde dolandıktan sonra, gülümseyerek, “Rica ederim, ben yapmam gerekeni yaptım ama aslında, illa ki bana teşekkür etmek istiyorsan bunun başka bir yolu daha var.” dedim.

Bibloyu bırakarak vücudunu bana döndü; kalçasını kitaplığa yasladı. Sorguyla karışık bir heyecanla kaşlarını kaldırmıştı; pür dikkat beni dinliyordu şimdi.

“Cemiyeti yıkabilmem için bana yardım et. Senin de intikam almak istediğini biliyorum, Beren. Öfkeni görebiliyorum.” Ona doğru birkaç adım attım. “Bana yardım et, senin intikamını da alayım.”

Artık gülmüyordu; dudakları ince bir çizgi hâlini almıştı. Bir süre parmaklarını kitaplığa hafifçe vurarak ritim tuttu. Sonra gözlerinde uyanan bir kurnazlıkla, şunu mırıldandı. “Cemiyeti yıkar mı bilemem ama birbirine katacağına emin olduğum birisi var. Sadece,” Durdu, dilini dudağının üstünde gezdirdi dalgınca. “Biraz korkusuz olman lazım. Tasmasını çöz, canavarı içlerine sal ve cemiyeti birbirine katmasını izle.”

O kadar ilgimi çekmişti ki bu, ona doğru bilinçsizce birkaç adım atmıştım. “Kim bu canavar?”

Gülümsedi tatlı tatlı. “Merih efendinin babası.”

Sanki vücudumdaki tüm kan çekildi. Geri adım atarak, biraz uzaklaştım. Tedirgin olmuştum bu fikirle; ama cazibesine de kapılmıştım, inkar edemezdim. Rahatsız edici bir adam olduğu şüphesizdi; yalnızca birkaç dakika konuşmuş olmamız bile bunu anlamam için yeterliydi.

“Nasıl görüşeceğim bu adamla?” diye sordum, boğuk bir sesle. “Akıl hastanesinde yatıyor diye duymuştum.”

Dudaklarını büzerek omuz silkti. “Ben seni görüştürürüm, orası kolay. Ama senin bu görüşmeye yetecek kadar cesaretin var mı? Onu düşün sen.”

Sessiz bir bakışma yaşandı aramızda.

“Boynunda tasması olandan mı korakacağım?” Kinaye kokan bir gülüş taştı dudaklarımdan. “Tasmasızlarıyla mücadele ediyorum ben zaten. Orası kolay, görüşürüz de,” Tekrar ona doğru döndüm. “Benim asıl derdim bu adam değil, baban. Senden daha iyi onu tanıyan yoktur herhalde. Aynı şekilde senden daha fazla öfke duyanı da yoktur.” Sevimli sevimli gülümsedim. “Elime hiçbir silah vermeyecek misin? Bırak, senin intikamını da alayım. Öfkeni dindireyim.”

Kalkık kaşları yavaşça geri düştü. Tıpkı benim gibi kollarını önünde dolarken, kendi kendine birtakım anlamsız şeyler mırıldandı. Ne diyordu? Bakışları yerdeki halıya sabitlenmişti; tuhaf bir durgunluğa bürünmüştü birdenbire. O kadar uzu süre konuşmadı ki, bu beni tedirgin etti.

Ama sonra birden, hulyalı bir sesle şunu fısıldadı. “Cemiyeti bilemem ama babamı yıkmanın silahını sana verebilirim, evet, verebilirim.”

Meraklanmış, gerilmiştim. “Nedir o?”

Gözleri yerden kalktı, hızlıca üstüme çivilendi. Bakışlarını marazi bir ifade bürümüştü; öyle ki bu beni çok huzursuz hissettirmişti.

“Babamı yıkmak istiyorsan eğer,” diye mırıldandı hulyalı ama kararlı bir sesle. “En hassas tarafına vuracaksın. Bunun başka bir yolu yok maalesef, öyle büyük bir adamı ufak darbelerle yıkamazsın.”

Kalçasını yaslandığı yerden ayırarak, üzerime doğru gelişini izledim. Geri çekilme arzusuyla dolmuştum fakat yapmadım. “En hassas tarafı ne ki?”

Aramızda bir adım kala durdu. Bir süre gözlerimde dolandı sakince. “Benim.” dediğinde kaşlarım çatıldı. “Yarım bıraktığın işi tamamla, Demre.”

Yarım bıraktığım işi mi?

Neyi ima ettiğini anladığımda yüzümü buruşturarak hızlıca geriye kaçıldım. “Manyaklaşma, Beren. Ne dediğini kulakların duyuyor mu senin?”

Uzaklaşacakken kolumdan yakalayarak beni durdurdu. Zorla gözlerine bakmam için çevirdi; artık neredeyse bir karış ötemdeydi. “Öyle ya da böyle, gerçek bu. Babamı yıkmak istiyorsan, en hassas tarafına, yani bana vuracaksın Demre. Daha önce yapmadığın bir şey değil sonuçta, tecrübelisin.”

Hayretle suratına bakakalmıştım. “Ya sen ne dediğinin farkında mısın şu anda? Ciddi ciddi seni öldürmemi mi istiyorsun?”

Güldü keyifsizce; nefesi suratıma çarpmıştı. “Eline istediğin silahı veriyorum sadece. Tetiğe ben basacağım, sen değil. Gerisi beni ilgilendirir.”

“Gerisi seni mi ilgilendirir?” Hayretle dolmuştum bu vurdumduymazlık karşısında. Kolumu bırakması için silkelendim ama kurtaramadım. “Delirmişsin sen. Böyle bir şey yapamam ben. Sakinleş, ne dediğini bir düşün bence. Aklını başına devşir.”

“Delirdiysem ne olmuş? Delilik zaten aklın sigortası değil midir?” Tekrar gülerek geriye çekildi ve kolumu bıraktı. Tutuşu hâlâ tenimdeydi sanki. Suratıma çarpan bir rüzgarla arkasını döndü ve birden kapıya doğru yürümeye başladı. “Benden silah istedin, ben de sana silah veriyorum. Makul bir anlaşma. Asıl sen bunu bir sakin kafayla düşün derim, cimcime.”

Henüz ben bir yanıt veremeden, aldırışsızca ve biraz da pervasızca salondan çıkarak gerisinde yarım bırakılmış bir anlaşma terk etti.

Zihnime, belki de ömrüm boyunca daha önce hiç ekilmemiş korkunçlukta bir fikir ekmiş ve beni öylece, bu fikrin vicdan savaşıyla bırakıp gitmişti.

 

*

Ertesi gün daha fazla düşünerek zihnimi aşındırmak istemediğinden, erkenden uyumuştum. Fakat gecenin ilerleyen saatlerinde uykum hafifleyince, tuhaf bir hisle doldum.

Odaya bir tür yoğunluk sinmişti; hoş, tanıdık bir koku vardı. Uyku ile uyanıklık arasında, bir süre kendi soluklarımı dinledim. Sonra ansızın bir şeyin kımıldadığını, yatağın hafifçe sarsıldığını hissettim.

İçimde ani bir korku kıpırdadı. Hızla uyanarak doğruldum, sırtımı yatağın başlığına yasladım. Kalbim hızlanmıştı; gözlerim karanlığa henüz alışamadan yorganı çeneme kadar çektim. Üstümde yalnızca bol bir tişört olduğunu hatırlamıştım çünkü.

“Korkma, benim.” Fısıltısını duyunca göğsümde sıkışmış olan nefesler gevşedi. Yatağımın ucuna ilişmişti, öylece oturuyordu karanlığın ensesinde.

Bir anlık suskunluk içinde, nefesimi yokladım. Sımsıkı yorgana sarılmıştım. “Sen…” Kısık ve çatlamış bir sesle, çemkirdim. “Ne yapıyorsun ya burada?”

Pencerenin kenarından sızan cılız ay ışığı, içerideki silüetleri silik bir fırçayla boyanmış gibi gösteriyordu. Ama onun silueti, etraftamızdaki her şeyin varlığını eziyordu sanki; çok baskındı.

“Kapına çiçek asmışsın, odanı da bahçeye çevirmişsin.” dedi derinlerden beliren, keyifli bir gülüşle. “Millet karabasan kovmak için bir şeyler asar odasına, sen beni kovmak için çiçek asıyorsun.”

Göz ucuyla, gerçekten orada olup olmadıklarını kolaçan ettim; bahçeden topladığım çiçek demetleri, pencerenin önünde hâlâ duruyordu. İçerisi buram buram kokusuyla dolmuştu.

“Bir farkı yok.” dedim, tedirgin bir sesle. Yorganı üstüme biraz daha çekiştirince, meraklı gözleriyle kısacık orayı yokladı. “Sen de karabasan gibi çöküyorsun zaten tepeme.”

“Ben yakışıklı bir karabasanım ama.” dedi küstahça gülüp, elini bacaklarımın üstünden geçirerek yatağa yaslarken. Bu temkinli, amacını sezdirmeyen hamle sayesinde bana epey yaklaşabilmişti.

Karanlığın örttüğü yüzünü zar zor seçebilsem de gözündeki körlük hâlâ belirgindi. Duruşu o kadar hakimiyet doluydu ki, sanki odanın ve hatta yattığım yatağın sahibi bile oydu.

Bu hakimiyete kapılmaya itildiğimi hissedince sinirlerim bozuldu.

Yorganın altından hışımla bacağımı kaldırıp karnını tekmeledim. Ne sert bir temastı bu ne de yumuşaktı; ama hıncımı çıkarmama yetmişti. “Ne yapıyorsun sen ya? Ben sana boşanalım diyorum, sen gecenin bir vakti pişkin pişkin yatağıma geliyorsun.”

İstifi bile bozulmadı. “Doğrudur.”

Kaşlarımı o kadar çattım ki anında başıma ağrı saplandı. “Hiç gururun yok mu senin Merih? Anlayamıyorum, çözemiyorum artık. Gurursuz musun sen?”

“Doğrudur.” dedi, astından emir alan asker kararlılığında. “Gurursuzum. Gerekirse gururumu da keybederim, onurumu da ama seni asla kaybedemem Demre. Neyini anlamıyorsun?”

Nefesim sıklaştı ama öfkemi bastırmadan konuşmak istedim. Çünkü eğer bastırırsam, kelimelerim ona karşı hep yetersiz kalacaktı sanki.

Nitekim konuşmama izin vermedi.

“İstediğin kadar anlamayabilirsin beni, ben hiç yorulmadan açıklarım sana kendimi.” O kadar suale gerek olmayan keskinlikle konuşuyordu ki lafını bölemiyordum. “Gerekirse senin gözünde gurursuz olurum, arsız olurum, pişkin olurum,” Hiç gocunmadan sıraladığı sözler, beni afallattı. “Aptal olurum, hatta gerekirse de rezil olurum. Ama sensiz olmam. Olamam. Anlamaya buradan başlayabilirsin mesela.”

İnsanın yakasına asılan bir sessizlik oldu.

Sesim içime kaçmıştı. “Anlamak istemiyorum.”

“Sorun değil.” dedi, yumuşacık bir anlayışla. “Sen isteyene kadar beklerim.”

 Hiçbir karşılık veremedim. Bir lahza, karanlığın içinde birbirimizle bakıştık. Hâlâ yanağının kıyısında yangından kalma ufak yanığı görmek, içimi sızlattı. Acaba ne kadar acımıştı? Gözlerim oradaki yarayı görebilmek için koluna da indi; ama uzun kazağıyla örtülmüş olduğu için hiçbir şey göremedim.

Birden yatağımın kenarındaki komodinin üstünde duran çiçeği gösterdi çenesiyle ve ilgimi dağıttı. “Bahçeden mi topladın bunları? Girerken fark ettim, yolunmuştu tüm bahçe. Cadı gibi gittin yoldun mu güzelim bahçeyi?”

Gözlerini aydınlatan ufak, muzip parıltılara baktım; sanki hınçla çiçekleri yoluşum zihninde canlanmıştı. Keyifle seyrediyordu.

“Evet.” dedim, üstten bakan bir tavırla.

Güldü tekrar. “Yenilerinin ekilmesi gerekecek öyleyse.” Ansızın oturduğu yerde kayarak temkinli bir mesafeyle, usulca bana doğru sokuldu ve sanki varlığıyla beni yatağa kafesledi. “Ne dersin? Bu bahçede de bir çiçeğimiz olmasın mı, kitapçı kız?”

Sanki içim büzüştü.

Aylar önce, konağın bahçesine birlikte çiçek ekerken kurduğu cümleyi şimdi yine, bambaşka duygularla, ondan duymak içimde ölmüş bir yerleri diriltti. Anbean hissettim sanki; derinlerimde bir şeyler yeniden yaşam buldu. Fakat çok hazırlıksız yakalanmıştım bu duyguya; birdenbire bu kadar dirilikle dolmak, beni ürkütmüştü.

Sonra ansızın, yemek masasında söyledikleri kulağımda yankılandı.

Aşık oldum.

Apar topar, hatta biraz da beceriksizce, konuyu değiştirmeye çalıştım. “Kubi olmadan heyecanı yok çiçek ekmenin. Seninle niye ekeyim ki? O olsaydı, onunla ekerdim. Çok özlüyorum onu.”

Boşluğuna denk gelmişti; düşünmeden konuştu. “İstediğin bu olsun. Hemen getireyim, ekelim.”

Şaşırmıştım. “Nerede olduğunu biliyor musun ki? En son kimse nereye gittiğini bilmiyordu. Tan konaktaki bütün çalışanları kovduğunda Kubi de ortalıktan kaybolmuştu hatta.”

Hiçbir şey söylemedi; yalnızca gülümsedi ve bu imalı suskunluk, içime bir kuşku tohumu düşürdü. Sorgulamamıştım çünkü yanıtını zaten almıştım. Belli ki ona sahip çıkmıştı. Konakta çalıştığımız günlerde her akşam, hiç aksatmadan onu ziyaret ettiğini anımsayınca içime ılık bir his yayıldı.

Tüm bu kargaşanın arasında bir de onunla ilgileniyor oluşu, beni sebepsizce sevindirmişti. Fakat bunu ona belli etmemeyi tercih ettim. Onun yerine konuyu bambaşka bir tarafa çektim çünkü hiç çekinmeksizin suratımda gezinen gözleri, beni yine paniğe sürüklemeye başlamıştı.

“Bu odaya girince sana nedense bir hâller oluyor Merih. Kendi evimizde yaşarken yanıma bile yaklaşmayan adam,” Omzundan tutup geriye itekledim ama yine de uzaklaşmasını sağlayamadım. Öylesine yapılı ve kaslıydı ki yerinden dahi kımıldamamıştı. “Bu eve girince dibimden ayrılmıyor, ne hikmetse artık.”

İçlerinde bir şeyler görürüm diye bakışlarını kaçırdı, bir an arkamdaki boş duvarı inceledi. “İstemediğimden demeyelim de, o evde bazı şartlar sana yaklaşmama izin vermiyordu diyelim.” Gülünce geniş göğsü sarsıldı; beyaz dişleri gözüktü. “Yandığına sevindim o yüzden.”

Kafam karışmıştı. “Nasıl bir şartmış bu? Yandığına sevinecek kadar?”

Gözleri tekrar suratımı buldu; hiç utanmadan ve çekinmeden apaçık bir ilgiyle bakıyordu. “Teklifimi kabul edersen, sana bu şartı da göstereceğim zaten.”

Tüm sırlarını önüme sermeye bu kadar istekli oluşu, gitgide direncimi zedeliyordu. Bilerek mi yapıyordu bilmiyordum; fakat sözleriyle ve kendine güveniyle, merakımı uyandırmayı başarabiliyordu.

“Evimizin yandığına sevindin ama zaten yanacağını da biliyordun belli ki?” diye sordum, kışkırtıcı bir tonla. “Odandaki bütün eşyaları yok ettiğine göre bayağı hazırlıklıymışsın. Bana da söyleseydin bari, ben de eşyalarımı toplardım.”

Bu ihtimale eğlenmiş gibi gözüktü. “Yok etmedim ki.”

Huysuz huysuz mırıldandım. “Ne yaptın öyleyse?”

“Götürdüm.”

“Nereye götürdün?” Resmen çemkirmiştim. Ama artık koyvermiştim; merak duyduğumu gizlemiyordum.

Dudaklarının kıyısı kıvrıldı; çekici bir gülümsemeydi bu. Suratına aşırı yakışmıştı ve bunun çok farkındaydı. Cezbedici bir davetkâlıkla mırıldandı. “İstersen seni de götürebilirim yavrum. Söylüyorum işte sana. Kendi gözlerinle görebilirsin nereye gittiklerini.”

Yavrum.

Sanki damarlarımın içinde akan kan hızlanmıştı; uzun zamandır bana hiç böyle seslenmemişti. Tuhaftı. Bizi evli, iki yabancıya çevirmiş olan, bir türlü hazmedemediğim sır ve gizemi daha da yüzüme çarpmıştı bunu fark etmek.

Ne hâle gelmiştik? Başladığımız yerin ve hislerin çok ötesindeydik. İkimiz de hazmedemediğimiz duygulara esir düşmüştük. Ben değil belki ama o, bu esirliğe bir son vermek için çırpınan tek kişiydi; elimizde kalan tek çaba, onunkisiydi.

Ama zaten çabalama sırası da ondaydı.

“Uykum var benim, yorgunum.” dedim, umursamazca yorganın içinde kaykılıp başımı yastığa geri bırakırken. Kasten saçlarımı savurmuş, yastığın üstüne sermiştim. “Gecenin bir vakti uğraşamam seninle.”

Gözlerimi yummadan önce suratında gördüğüm alık ifade içime müthiş bir haz yaydı.

Yorganın altında kımıldanıp yastıkta rahat bir yer aranırken, o hiç istifini bozmamıştı. Bakışlarının ağırlığı, resmen ikinci bir yorgan gibi üstüme çökmüştü.

Onu bozguna uğratmanın hoşnutluğuyla öylece uzanırken, birden yatakta hareketlenme oldu ve üstümdeki yorgan sertçe kanara savruldu. Rüzgarı çıplak bacaklarımı ürpertmişti.

“Bana bak,” Henüz bir tepki koyamadan iri elleriyle belimi iki yanından avuçladı ve beni tıpkı cansız bir bez bebekmişim gibi kendisine çekti. Başım yastıktan kayarak yatağa düştü; güçlü çekişiyle birlikte kalçalarımı zar zor örten tişört katlandı ve ben tutmaya fırsat bulamadan kumaşı altımda toplandı. “Ben seninle uğraşmasını bilirim ama…”

Kalçamın neredeyse karnına çarpmasıyla sesi kesiliverdi birden; donup kalmıştı. Altımda hiçbir şey olmadığını fark etmenin şaşkınlığını yaşıyordu. Gözleri çıplak bacaklarımla, dantelli iç çamaşırım arasında gidip geldi.

O kadar nevrim dönmüştü ki bu çeviklikten, kızıp utanamamıştım bile. Öylece beni çektiği yerde, yani neredeyse kucağında, yarı çıplak kalakalmıştım.

Belimdeki elleri gevşedi, bırakacak gibi oldu ama bırakmadı; yalnızca parmaklarındaki gücü geri çekti. Sonra boğazını temizledi. Hâlâ tişörtün kıyısında duran ellerini hafifçe aşağıya, çıplak tenimle kavuşturmak ister gibi, kaydırmaya yeltendi. Ama sonra yine durdu, yapmadı.

Nefeslerim boğazıma dizildi; kendimi o kadar kastım ki, istemsizce karnımı içime çektim. Çünkü büzüşme arzusuyla dolmuştum.

Sonra birden, mırıldanır gibi şunu sordu. “Böyle mi uyuyorsun sen geceleri?”

Yavaş yavaş ne yaşandığını idrak etmeye başlayınca, kızgınlığım da kendisini hissettirdi. Kalbim göğsümden dışarı fırlamak istercesine atmaya başladı; parmak uçlarıma kadar tüm vücudum uyuştu.

İçimdeki çelimsiz kızgınlıktan güç almaya çalıştım.

“Sana ne be geceleri nasıl uyuduğumdan?” diye çemkirdim, uzanıp duvar kadar sert göğsüne vururken. “Seni ne ilgilendirir? İstersem çırılçıplak uyurum.”

“Evet, olur.” dedi, sanki anlaşma yapmışız gibi son hecesini hoşnut bir tonla uzatarak.

Arsız arsız gülümsediğini görünce kendimi tutamayarak yanağına vurdum. “Ayı mısın Merih ya?”

Ufak tokadımla birlikte gülerek başını yana yatırdı. Sonra emin ve itirazsız bir tonla mırıldandı. “Hayır, kocanım.”

Omuz silktim. “Aynı şey.”

Tekrar gözlerime baktığında, artık bambaşka bir renkteydi. Duruşu bile değişmişti. Ansızın cesaret bulan parmakları hareketlendi, kumaş parçasının üstünden kayarak tenimle bütünleşti. Tek eliyle başımın kenarından yatağa tutunarak yüzlerimizi hizalarken, diğer elini üst bacağım boyunca yavaşça sürterek kalçama doğru kaydırdı.

Tenim karıncalandı; tüylerim ürperdi. Neredeyse titreyecektim. Ama yine de karşı koyamadım ona. Zaten imkansızdı; böyle bir iradeye sahip biri değildim, onu durdurmam imkansızdı.

“Tekrar duymak ister misin? Kocanım. Sen ister kabul et, ister etme Demre ama ben senin kocanım.” Resmen beni kendi varlığına hapsetmişti; onun gözlerinden başka hiçbir yer göremiyor, onun sözlerinden başka hiçbir ses duyamıyor ve onun dokunuşundan başka hiçbir şey hissedemiyordum.

“Herkesi tek hatasında yok edebilecekken, senin için yok olabilecek adamım. Sırf sana o sekiz dakikalık zaferi yaşatabilmek için, kendi yıllarından feragat edebilecek adamım.” Gözleri dudaklarıma kaydı; yavaşça üzerime eğilerek aramızdaki mesafelere hükmetti. Dudaklarımızda yalnızca birkaç parmaklık mesafe kalmışken, eziyet edercesine durdu. “Sadece senin verdiğin nefesi alarak yaşayan bir adamım.”

Parmakları kalçamı saran iç çamaşırın ipini çekiştirerek cüretkâr bir yavaşlıkta altına doğru kaydı. Elindeki sıcaklığı, tereddüt dahi etmeden, tenimin üstüne kapattı. Artık ince bir dantel parçasının altından kavramıştı kalçamı.

“Merih…” Dudaklarının üzerine ismini fısıldadım fakat devamını getiremedim; zaten hangi kelimelerin bu ânı taşıyabileceğini de bilmiyordum.

Eli o kadar cüretkâr sarılmıştı ki tenime, baş parmağı karnımın hemen altına; en savunmasız yerlerime doğru uzanmıştı. Öyle ki yalnızca birkaç santim ötemdeydi. Kalbimi tekletecek kadar yakındı; fakat durduğu yerden daha ileri gitmemişti.

Mesken tuttuğu yerde, nazikçe tenimi okşamaya başladı.

“Ben hayatım boyunca hiçbir şeye geç kaldığımı hissetmedim, Demre. Hiç böyle bir kaygım olmadı. Sandım ki yeteri kadar hızlıyım, her yere ve herkese yetişirim.”  Suratıma dökülen kırgın ama güçlü sözler, sanki tenime dağlanıyordu. Gözlerinin içine kederden bir sis çökmüştü. “Ama sana hep geç kalıyormuş gibi hissettim, sanki ne yaparsam yapayım bir türlü vaktinde yetişemedim ben sana.”

Tenimi okşayan parmağı kısa bir anlığına duraksadı. Yutkunacak kadar bir süre de susmuştu.

“Merasim gecesi Turgut sana elini kaldırdığında da vaktinde durduramadım çünkü plana sadık kalmak zorundaydım. Mahzene kapatıldığında da seni vaktinde çıkaramadım çünkü yine plana sadık kalmak zorundaydım.” O kadar pişmanlık kokuyordu ki sesi, ne hissedeceğimi şaşırmıştım. “Önlerinde diz çöktüğünde de gelip seni yerden kaldıramadım, diz çökme diyemedim çünkü yine plana sadık kalmak zorundaydım. Ama artık öyle bir yere geldim ki Demre, ya seni kaybedeceğim ya da bu sadakati.” Gözlerindeki keder hiçliğe karıştı, yerini koyu bir hırs aldı. “Ama bildiğim tek bir şey var. Bu sefer geç kalmayacağım sana. Bu sefer,” dedi, üstüne bastıra bastıra. “Plan bana sadık kalacak, ben ona değil.”

Başparmağı yeniden hareketlendiği için konuşmakta zorlanarak ve neredeyse kekeleyerek, “Ne yapacaksın yani?” diye sordum.

Sanki sorduğum soru içinde bir şeyleri körükledi. “Kim olduğumu göstereceğim sana. Hayatım boyunca hiçbir şeyi kaybetmekten bu kadar korkmadım ben. Sikerler operasyonu. Varsın, her şey patlasın, yıllarım yanıp gitsin. Ama seni kaybedemem. Sana kim olduğumu göstereceğim.”

Geriye çekilerek benden uzaklaştı; ama varlığı hâlâ soluklarımdaydı. Elini iç çamaşırımın altından çekip çıkarınca lastiğin tenime çarpma sesi duyuldu ve bu ufak gürültü, beni utanca boğdu. Ama onun epey hoşuna gitmiş gibiydi.

Belli belirsiz bir gülümsemeyle, yataktan kalktı. Yıkılmaz bir dağ gibi karanlıkta yükselirken, hiç çekinmeden gözlerini tembel tembel çıplaklığımda gezdirdi. Böylece baktığı her yere ufak iğneler battı ve beni neredeyse kıvrandıracak kıvama getirdi.

Uzun süredir ciğerlerimi nefeslere muhtaç bıraktığımı fark etmiş, derin derin soluklanmaya başlamıştm.

“Arabada seni bekliyor olacağım.” dedi, bedenimden ayırdığı gözlerini, sonunda gözlerimle kavuşturarak. Artık gülümsemiyordu; ciddiyete bürünmüştü. “Tek bir şans ver bana. Sonra kararına karışmayacağım. Affetmezsen beni, her şeye rağmen yine de boşanmak istersen, kararına saygı duyacağım. Ama tek bir şans ver bana. Cemre’yi ne kadar kurtarmak istediğimi gösterebilmem için, bana bir şans ver Demre. İzin ver, bu gece sana kim olduğumu göstereyim.”

Cemre’nin ismini onun sesinden duymak, irkiltmişti beni.

Söylediği son söz bunlar olmuştu; ardından tereddütsüz adımlarla arkasını döndü ve gerisinde binbir çeşit duygu terk ederek, yanımdan ayrıldı. Sesi zihnimde anafor gibi dönerken, uzun bir süre öylece yatakta kalarak kendimi dağıldığım yerden geri toplamaya çalıştım.

Yalnızca birkaç dakika içerisinde onlarca farklı karar aldım, kararımdan döndüm; kendime kızdım, biraz da acıdım fakat en nihayetinde o yataktan kalktım ve erteleyerek kaçmaktansa, yüzleşmeye hazırlanarak giyinmeye koyuldum.

Dolabımın derinliklerine sakladığım silahı da alarak bir süre ağırlığını tartım, elime yakıştırmaya çalıştım. Sonra pantolonumun arkasına kıstırarak, düzgünce sabitledim.

Dakikalar sonra, üstüme geçirdiğim soğuk bir kabanla, sessizliğin içinden geçerek merdivenleri indim ve bahçeye çıktım.

Ellerimi cebime sokarak, bir süre gecenin ayazında savunmasızca dikildim. Bahçe ıssızdı; güvenlik kulübesinde nöbet tutan adam dışında da kimsecikler yoktu.

Gerçekten de dediği gibi onu arabanın dışına yaslanmış beklerken ve derin düşüncelerin içinde sigara içerken bulmuştum. Açıkça sözünü çiğneyen, aldırışsız bir keyifle tüttürüyordu üstelik.

Soğuğa rağmen üstüne giydiği ince kumaşlı kazakla, sakin ama vakur duruşuyla, parmaklarının arasına gevşekçe tutunan sigarayla; silüet gibi kusurlu gözlerinde gezinen kurnaz zekasıyla ve sık sık dudaklarını kıvıran arsız hınzırlığıyla, her şeyiyle karşımdaydı.

Sevdiğim; ama bu sevgiyi sakındığım adamdı.

Ufacık bir hareketiyle rüzgarın bana taşıyacağı tütünlü kokusunu şimdiden almış, yanında beni ufacık hissettiren bedenindeki güçlü çekime şimdiden kapılmış; henüz dokunmadan ellerinin tenimdeki sıcaklığını tanımış ve o kıvrık dudaklarından taşacak olan muzip sözleri şimdiden duyabilmiştim.

Sanki tüm bunlar sadece ona aitti.

Lütfen Merih, diye düşündüm sessizce kendi içime doğru yalvararak. Lütfen seni anlamamı sağlayan bir sebep göster bana.

Sigarayı henüz bitmeden dudaklarından koparıp yere atarken, gözlerini üstümden ayırmadı. Suçüstü yakalanmış, yaramaz bir oğlan çocuğu gibi bakıyordu suratıma. Ayağıyla çiğneyip, hızlıca etrafındaki dumanı savuşturdu.

Alayla gülerek yanına yürürken, lafımı sakınmadım. “Verdiğin sözü böyle mi tutuyorsun Merih Karahan?”

Centilmen bir edayla arabanın kapısını bana açtı; hâlâ dumanın izini yok etmek istercesine, önündeki havayı savuşturuyordu. “Şu iki günü mazur gör güzelim. Çok stres altındayım.”

Arabaya binmeden önce duraksadım, ona döndüm. Abartılı bir acımayla dudaklarımı büzdüm. “Ah, kıyamam sana.”

Gülerek dilini yanağının içinde gezdirdi; bir şey söylemek istiyormuş da söyleyemiyormuş gibi göründü. Öyle susup kalırsın işte. Hiç beklemeden sırtımı döndüm ve arabaya bindim.

Kapımı kapattıktan sonra hızlıca arabanın arkasından dolanarak şoför koltuğuna geçti. Burnuma kendi kokusuyla harmanlanmış tütün gelince, istemsizce gülümsedim. Yanılmamıştım. Tıpkı hayal ettiğim gibiydi; tuhaf olanıysa, bu kokuyu özlemiş olmamdı.

“Madem sen sözünü bozdun,” dedim pervasız bir tavırla. Bir yandan da belimdeki silahın rahatsızlığıyla kımıldanıyordum. “Öyleyse ben de bozayım.”

Kontağı çalıştırıp arabayı bahçenin kapısına sürerken, kışkırtmalarıma yenik düşerek bana yandan sert bir bakış attı. “Şakası bile komik değil.”

Güvenlik görevlisi arabayı tanıdığından kapıyı sorgusuz sualsiz açmıştı. Merih çabucak karanlık sokaklara dalarken, ben de arı kovanına çomak sokmaya devam ettim.

“Şaka yapmıyordum.”

Bu sefer suratıma bakmadı; ama kaşları çatılmıştı. Tek eliyle tepesinden tuttuğu direksiyonu yönlendirirken, diğerini dirseğini kırarak kolçağa yaslamıştı; orta parmağıyla vites topuna hızlı ama hafif darbeler vuruyordu. Ama sanki bu vuruşlar zihninde dönen düşüncelereydi.

“Hâlâ ara sıra yoksunluk çekiyorum,” diyerek, sözüme devam ettim. Zira ben konuşmadıkça onun konuşmaya hiç niyeti yoktu. “Sana olan öfkem de sözümü bozmam için beni kışkırtıp duruyor. Ne yalan söyleyeyim…”

Direksiyon tutan elini gevşetti, sonra daha sıkı tuttu. Konuşurken sesi dingindi. “Duygularınla hareket etmeyecek kadar akıllı olduğunu düşünüyorum.” Kısacık bir an gözlerini bana dokundurmaktan çekinmedi. “Artık eski Demre yok çünkü karşımda. Umarım.”

Bu sefer ben susmuştum; derin düşüncelere itilerek önüme döndüm. Umarım demek istemiş ama bir türlü diyememiştim. Karanlık yolun altımızdan kayıp gidişini seyrederken, bir süre sadece kendimle konuştum.

Sonra birden aklıma takılan bambaşka bir mevzuyu gündeme getirdim. “Babamla ne zamandır işbirliği yapıyorsunuz? Bana bundan hiç bahsetmemiştin.”

Vitese vuran parmağı durdu. Suratıma bakmadan, yalnızca, “Yangının olduğu gün yanıma geldi teşekkür etmek için. O sıra teklifte bulundu.” dedi.

“Neden kabul ettin?” diyerek üsteledim.

Derin bir nefes aldı, yanıtlamadan önce bir lahza düşünmüştü. “Bülent temkinli olman gereken acımasız bir adam, zeki ve kurnaz. Gücüme güç katacak bir ittifak olduğu için kabul ettim.” Kinayeli bir gülüşle suratıma baktı. “Zaten böyle adamlar sana teklif getirdiğinde reddetme gibi bir lüksün olamaz.”

Dürüstçe, bütün çıplaklığıyla bana düşüncelerini söylemesi şaşırmama neden olmuştu. Fakat bozuntuya vermedim. Babamı acımasız birisi olarak nitelendirmesine takılmıştım; zihnimi kurcalayan asıl şey buydu.

Fakat çok gülünçtü; ikisi de birbirini tehdit olarak gördüğü için bu ittifaklık kurulmuştu resmen.

Sorularıma dolambaçsız yanıt alabilmenin heyecanıyla, “Neden gücüne güç katman gerekiyor peki? Neyin intikamını alıyorsun?” diye sıraladım peş peşe.

Önüne geri dönmüştü çoktan; her ne düşündüyse, yolu kolaçan eden gözleri kısılmıştı, gülümsemişti. “Bu soruna yanıt alabileceğin yere gidiyorsun zaten şu anda güzelim.”

Meraklanmıştım; oturduğum yere bile sığamıyordum heyecandan. “Karargâha mı?”

Bunu duyunca kasıldığını sezdim; sanki ne yaptığı suratına vurulunca istemsizce gerilmişti. Fakat yine de kararından emin duruyordu. “Evet,” derken bile bu kararlılık sesinde rahatça duyuluyordu. “Karargâha götürüyorum seni.”

“Orada başka kimler var peki?”

Ama açıklama gereği duymamıştı. “Gidince göreceksin.”

Merakımı gidermekle uğraşmayacağını anlamıştım; bu yüzden sessizliğe bürünerek, sakince suratını inceledim. Acaba gerçek soyadının Hürkan olduğunu bildiğimi duysa, ne tepki verirdi? Peki ya babasıyla tanıştığımı öğrenseydi? İkisine de hayli şaşıracağına şüphem yoktu.

Ama şimdilik bunları bilmesine de lüzum yoktu.

Bir süre sessizce yol aldıktan sonra yine kendimi tutamadım ve ara sıra aklımı kurcalayan bir şeyi dile getirdim.  “Bu arada Oğuz hakkında hiçbir şey duymadım son zamanlarda. Başımda sürahi kırılırken görmüştüm onu en son, nerelerde sahi?”

Umursamazca omuz silkti. “Ağır yaralı diye duydum. O gün babandan o da nasibini almıştı, tedavi görüyormuş hâlâ.”

Bunu duymak beni neşelendirmişti; resmen içimin yağları erimişti. Kubi’nin kaplumbağasını canice ezerek öldürdüğü anlar hâlâ zihnimde canlandıkça, beni ürpertebiliyordu. Dolaylı bir şekilde, onun da acısını çıkarmış olmak, mutluluk vericiydi.

“Demre, beni dinle şimdi,” dediğini duyunca, zihnimden sıyrılarak hulyalı bir şekilde ona baktım. “Seni götürdüğüm yerde ne görürsen gör, ne duyarsan duy, kimseye bahsetmemeni istiyorum. Sana her şeyi tüm şeffaflığıyla göstermeye hazırım ama her şeyin sende kalması gerekiyor.”

Arabayı çarpık, tekinsiz bir mahallede durdurduğunda geldiğimizi anladım fakat yine de gözlerinden başka yeri merak edemedim ve bakamadım. Saat neredeyse gecenin birine geliyordu ve sokakta kimsesizlik dışında hiç hareket yoktu.

“Her şeyi dinle ama başkasına anlatabilecek kadar duyma.” Üst bedeniyle bana dönerek iyice yakınıma sokuldu. İşaret parmağını havaya kaldırmıştı; sözlerinin altını çizer gibi hafifçe sallıyordu. “Her yere bak ama başkasına tasvir edebilecek kadar görme. Kısaca konuşan bir dilsiz ol, ama bu sefer benim için.”

Konuşan bir dilsiz ol.

Cemiyetin şiarını ondan duymak, huzursuz hissettirmişti beni.

Nitekim en başından beri bana söylenen de hep buydu; konuşan bir dilsiz ol. Fakat anlamadıkları bir şey vardı. Yıllarca dilsiz yaşamış bir insanı, fısıldamanın bile tadına varmaktan alıkoymak istiyorlardı. Ama günün sonunda, fısıltılarla işi olmadığını fark ederek avazı çıktığı kadar bağırmaya itilmek de o insanı suçlu yapmazdı. Bunu anlamaları gerekirdi.

Çünkü hiç kimse, sınanmadığı bir suçun masumu olamazdı.

Gözlerine baka baka bana niye güveniyorsun ki diye sorabilmek çok istedim o ân ona, hatta biraz da bunu yüzüne çarpma arzusuyla doldum; fakat yapmadım.

“Şimdi gerçekten,” Gülünce cümlem dağıldı, baştan almak zorunda kaldım. “Şimdi gerçekten cemiyetten biri gibi konuştun Merih. Bazen senin de onlardan biri olduğunu tamamen unutuyorum, çok garip.”

“Onlardan biri değilim.” diye mırıldandı, yalnızca bir karış ötemden. İçerlemiş değildi, sadece bir hakikatin altını çiziyordu.

Kaşlarımı kaldırdım. “Seni bugüne kadar onlardan ayıran neydi peki?”

“Birçok şey.” dedi, bariz bir gerçekten bahsedercesine. Çenesiyle belli belirsiz beni göstermişti. “Seninle beni onlardan ayıran birçok şey var.” Hafifçe geriye çekildi, gözlerini karşı kaldırımdaki metruk binaya kenetledi. Artık mırıltı düzeyinde konuşuyordu; sanki kendi içine fısıldıyordu. “Onlar kaşık kaşık haram yese boğazlarına takılmaz; ama sen niyet etsen, boğulursun. Bizi onlardan ayıran birçok şey var ama belki de en gerçeği bu.”

Tek bir lafız bile edemedim.

Sözleri zihnime kazınırken, sadece susmayı becerebildim. Bakışlarını takip ederek eski binaya vardığımda, arabanın kontağını kapattı ve bizi karanlığa boğdu. Apansızın arka cebinden çıkardığı yedek, külüstür telefonu bir kenara koymuştu. Uzun zamandır görmemiştim bu telefonu. Öyle ki amcası Aziz Hürkan’la iletişimini sağlayan bir araç olduğunu neredeyse unutmuştum.

Eli hızlıca kapıya uzandı ama sadece bir anlık saate bakacak kadar duraksadı.

Gözleri tenimi delerken, “Bizden sonra gelecek kimse yok, herkes içerde. Bu yüzden telaş yapmana gerek yok, senin için kapıları açık bırakacağım. Biraz bekledikten sonra arkamdan sessizce takip et ve eğer ki yakalanacak olursan,” dedi ve ortamın gerginliğine tezat bir şekilde gülümsedi. “Tan Şahoğlu’nun önünde diz çöküp ağlayarak gösterdiğin performansı burada da göstermeni umut etmekten başka çarem olmayacak yavrum, haberin olsun.”

Gözlerimi devirerek güldüm. Ama ona sataşacak vakti bulamadım; çünkü çoktan arabadan dışarıya çıkmış ve saniyeler içerisinde, oraya ait bir gölge gibi geceye karışmıştı.

Kalbim yerinden çıkacak denli göğsümü zorlamaya başladı, bir süre sabırsızca arabada bekledim. Yeterince uzaklaştığından emin olunca da apar topar dışarıya atıldım.

Ne görecektim? Ne öğrenecektim?

Ellerimi cebime sokarak, etrafa tedirgin bakışlar attım; defalarca kez, şuursuzca arkamı kolaçan ettim. Belimdeki ağırlığın verdiği güven duygusu yadsınamayacak kadar fazlaydı. Merih çoktan binanın basık girişine varmıştı. Adımlarına yetişemeyeceğim kadar çevik ve hızlıydı.

Kalbim biraz yavaşlasaydı belki…

Binanın karanlık gölgesine sokuldukça, tanıdıklığıyla sarsıldım. Burayı daha önce görmüştüm, emindim. Ama nerede görmüş olabilirdim? Daha önce hayatımda hiç bu mahalleye gelmemiştim. Bilmiyordum ve bilmediğimi tekrarladıkça da kendime kızıyordum.

Kalbim biraz yavaşlasaydı belki daha çevik olabilirdim.

Merih demir kapının ötesinde çoktan kaybolmuştu. Ama kapıyı girebilmem için arkasından aralık bırakmayı da ihmal etmemişti. Hem davetkâr hem de tehditkâr bir aralıktı bu; ardında ikinci bir kapı misali, kopkoyu bir karanlık beni bekliyordu.

Hatırlamıştım. Burası Emre Şahoğlu’nun Merih’i gizli gizli kameraya çektiği sokağın ta kendisiydi.

Titrek bir nefes alarak aralıktan içeriye süzüldüm ve ıssız sokağı ötemde bıraktım. Saniyeler önce Merih’in oradan geçtiğini kanıtlayan sensörlü, cılız ışık titreşerek yanıyor ve sıvasız, dar duvarları aydınlatıyordu.

Ağır bir rutubet kokusu vardı.

O kadar yaşlı ve yıpranmış bir binaydı ki burası; önünden geçen kimsenin içeriye girmeye cesareti olamazdı. Fakat onlar burayı mesken tutmuş ve üstüne üstlük karargâh kurmuştu.

Dar girişte sessizce ilerleyerek tek başına yanan ışığın altında duraksadım. Kulak kesilince aşağıya doğru kıvrılan merdivenlerin dibinden birtakım anlamsız uğultuların geldiğini duydum. Huzursuzca kımıldandım.

Elim usulca belimin arkasına doğru sokuldu ve soğuk kabzayı kavrayarak, ağır silahı açığa çıkardı. Anında parmaklarımdan tutuşarak tüm vücuduma yayılan rahatlama, nefeslerimi de yatıştırdı.

Aslında korktuğum karanlık veyahut aşağıdakiler değildi; göreceklerim ve duyacaklarımdı, biliyordum.

Üst katlara çıkan merdivenler kapkaranlıktı; yıllardır hiç ayak basılmadığı belliydi. Öyleyse gerçekten de aşağıya, karanlığın en dibine inmişti. Zaten uğultuların yükseldiği yer de orasıydı.

Yapabilirsin, Demre. Cesur ol.

Tepemdeki ışığın sönmesiyle ürktüm ve bir itkiyle merdivenleri inmeye başladım. O kadar yavaş ve temkinliydim ki, sona varmam belki de saatlerimi alacaktı. Her üç adımda bir duraksayarak, kulak kesildim.

Elimdeki silahı daha sıkı kavradım.

Gitgide seslere yaklaştığımı fark etmek korkudan midemi bulandırıyordu. Üstelik tuhaf da bir dejavu hissiyle kuşanmıştım; sanki aylar sonra yine bir mahzene iniyordum, sonumu bile bile.

Zemine birkaç basamak kala gözüme ilişen yerdeki parlak, mavi bir kağıt parçasıyla dikkatim dağıldı. Kaşlarımı çatarak eğildim, ne olduğunu anlamaya çalıştım. Ezilmişti, yere yapışmıştı. Uzanıp elime aldım, karanlıkta seçebildiğim kadarıyla, inceledim.

Naneli bir sakızın ambalajıydı bu; taze mentol kokusu suratıma çarpmıştı.

Göğsümde bir panik yeşerdi, anlayamadığım. Ambalajı geri atıp doğruldum ve göreceklerimden korkarak, ilerlemeye devam ettim.

En son basamağı da inerek zeminle buluştum ve hiçbir ışığın yanmadığı, loş koridorun ortasında dikildim önce. Buraya gelmek hata mıydı? Kaldıramayacağım hakikatlerin altına mı sokuyordum yoksa kendimi? Sonra etrafa bakındım, bu loş aydınlığı sağlayanın ötedeki aralık, demir kapı olduğunu fark ettim.

Bodrum gibi bir yerdi burası ve kapısı da ona uygun yapılmıştı. Demirden, renksiz ve biçimsiz bir şeydi. Ama ardında birçok sır saklayabileceğini gösterir gibi de sapasağlam duruyordu.

Merih kasten açık bırakmış olmasaydı, böyle bir kapıyı aşabilmemin olanağı yoktu.

Neredeyse hiç kapıya dokunmadan, aralıktan içeriye süzüldüm. Nefes almaya dahi çekiniyordum. O kadar heyecanlıydım ki zihnim uyuşmuş, gözlerim bulanıklaşmıştı. Kısa bir koridorun kıyısında olduğumu fark edince, panikle duvara doğru sokuldum.

Ucu aydınlık, kapısı da aralık bir odayla sonlanan küçük bir koridordu burası. İki kapalı kapı dışında başka oda da bulunmuyordu. Bütün adımlar, kısık konuşmalar ve kesik gülüşmeler, bu aydınlık odadan yükseliyordu.

İçerde bir sürü kişi var.

Bu düşünce, sanki zihnimi bir siren gibi inletmeye başladı. İçinde bulunduğum ânla nasıl baş edeceğimi bilemez bir hâlde duvara iyice yaslandım. Konuşulanları duyabilmek için daha fazla yaklaşmam gerekiyordu. Birkaç adım daha attım ve duvarın çıkıntısına girerek, gölgesine saklandım.

Silahı iki elimle tutarak önümde sabitlemiştim; parmağım tetiğin üstündeydi fakat güvenlik kilidi henüz açık değildi.

Ansızın tanıdık bir erkek sesi duydum ama bunun kime ait olduğunu çıkaramadım. “Sonunda teşrif edebildiniz, Merih efendi.”

Başka bir erkek sesi dahil oldu; ama bu o kadar boğuktu ki tanıdıklığını tartmak imkansızdı. “Şu sıralar sende bir hâller var he.”

“Evli adam sonuçta, normal.”

Ne dediği anlaşılmayan, homurdanmaya benzer bir kadın sesi duyuldu birden. Hemen ardından kısa bir sessizlik dolandı içerde. Ardından tekrar az önceki erkeğin sesi duyuldu. “Bana bakın, ayrıldınız mı siz gerçekten? Muzo? Doğru söyle?”

Tekrar bir sessizlik başkaldırdı; bu seferki biraz daha uzundu.

“Her neyse, sakız isteyen var mı bakalım?” Aniden kapının önünden gölge gibi geçen Çınar neredeyse elimdeki silahın düşmesine sebebiyet verecekti. Üstelik kızıl saçlarını savurarak onun arkasından geçip giden Pınar, şaşkınlığımın daha da katlanmasına neden oldu.

Ne yapıyordu bunlar burada?

“Bülent tarafında durumlar ne hâlde?” dedi, kalın ve güçlü bir erkek sesi. Çok tanıdıktı yine. Ama kimdi ve babamla ilgileniyordu? İçlerindeki otoriteyi onun sağladığı, afaki konuşmaların anında kesilmesinden belliydi.

Merih sonunda konuşmaya dahil olmuştu. Çıkan kelimeler gayet sakin ve ağırbaşlıydı. “Yangının olduğu günün akşamı benimle konuşmaya geldi, hatta sonrasında evine yemeğe davet etti.”

Aynı adam tekrar konuştu buyurgan bir edayla. “Ne konuştu seninle?”

“Yanımda dur, benimle birlikte yürü dedi. Bu ittifakla kızının kendisine olan güvenini de arttıracağını düşündüğünden, ısrarcıydı.”

Babamın kendi hâlinde benim güvenimi kazanma arzusu gütmesi, içimi yumuşatmıştı. Dudaklarımda belli belirsiz bir tebessüm oluştu.

“Sen ne dedin?” dedi adam.

“Kabul ettim.” Merih’in sesi yer değiştirmiş gibiydi; artık daha yakından geliyordu.

“Peki ya Aziz bu ittifakı biliyor mu?”

“Her şeyi bilmesine gerek yok.”

Yine sessizlik.

“Böyle bir ittifak gündemimizde yoktu.” Karşısındaki adamın bu birliktelikten hazzetmediği çok açıktı. “Bülent’e yanaşmayacağımızı daha önce belirtmiştim sana. Kafana göre hareket edemezsin. Bizim çemberimiz Tan Şahoğlu ve Aziz Hürkan’dan ibaret. Başından beri hep böyleydi.”

Merih bir süre karşılık vermedi; konuştuğundaysa sesi çok keskindi. “Karım içerdeyken evim cayır cayır yandı benim. Şu saatten sonra kime yanaşıp yanaşmayacağımın bir önemi kaldı mı sence benim nezdimde, Müdürüm? İşin rengi çok değişti.”

Kaşlarım çatıldı. Müdürüm mü? Kimdi bunun müdürü?

Artık adamın da sesi yakınlaşmıştı. “İşin rengi değişmedi, senin rengin değişti Merih. Kafana göre hareket edemezsin dedim sana. Benim operasyonumun bir parçasısın sen. Benim komuta zincirimdesin hergele herif. Emirlerime uyacaksın.”

Merih’in kısık, tehdit dolu gülüşünü duydum. “Sen benim rengimi başından beri bilmiyor muydun zaten? Buna rağmen, beni operasyonunun tepesine oturtan sen değil miydin?”

Merih.” İkaz dolu başka bir adamın sesi yükseldi odanın kıyısından.

Birden zihnimde şimşek çaktı; resmen ağzım açık kalmıştı. Akın’dı bu. Onun sesiydi, tanımıştım fakat içerdeki gerilim o kadar hızlı tırmanıyordu ki tepeye, fark ettiklerimi hazmetmeye yetişemiyordum.

“Hazır renklerden konu açılmışken, neden biraz da senin renginden bahsetmiyoruz Müdürüm?”

Ağır bir suskunluk oldu. Odada tek bir kıpırtı dahi yoktu.

Adamın sesi artık eskisi kadar kendinden emin değildi; böyle bir meydan okuma beklemediğindendi belki de. “Merih ne saçmalıyorsun lan sen? Açık konuş piç kurusu.”

“Diyorum ki,” Ateşe körük fırlatan birisine göre, korkunç bir dinginliği vardı. “Operasyonun başından beri bizi ısrarla Bülent’ten uzak tutmaya çalışmanın altında yatan gerçek sebep ne acaba? Soruyorum sadece. Kendisi yıkmaya çalıştığımız cemiyetin mihenk taşı da çünkü, o yüzden diyorum.”

Ürkütücü bir gürültü koptu, adım sesleri birbirine karıştı. Merih’in yakasına asılmış gibiydi. “Kes şu siktiğimin sesini. Bu bir emirdir.”

Meraktan çatlayarak öne doğru eğildim ve aralıktan içerideki hengameyi görmeye çalıştım. Ama yalnızca birbirine karışmış gölgeler görebiliyordum.

“Benim rengim en azından seninki gibi belirsiz değil, Müdürüm.” Merih’in tüm bu kargaşayı kışkırtan vakur sesini duyunca ürperdim. Henüz içeri gireli birkaç dakika olmuştu ve şimdiden, gerginlik hat safhadaydı. “Erdemli bir adam ol ve senin için canını vermeye bile hazır olan ekibinden dürüstlüğü sakınma.”

Çınar’ın afallamış sesi yükseldi. “Ne demek bu Müdürüm? Ne dürüstlüğü?”

Hemen ardından Pınar’ın neredeyse ağlayacakmış gibi çıkan söylenmesini duydum. “Yapmayın böyle lütfen, neler oluyor ben hiçbir şey anlayamıyorum…”

“Parlak bir gelecek var senin önünde, Merih Karahan.” Adam resmen sıkılı dişlerinin arasında kelimeleri çiğneyerek konuşuyordu. Öfkesi kor gibiydi. “Yıllarca operasyonumu sırtlandın, buralara kadar taşıdın. En güvendiğim adamımdın. Bu zorlu yolun çıkışı sana bambaşka kapılar açacaktı, kariyerinin zirvesini yaşatacaktı. İstihbaratın en tepesine oturtacaktı seni. Ekip arkadaşlarını da yükseltecekti, belki de kimisini başkomiser yapacaktı. Ama sen tüm bunları elinin tersiyle itecek kadar akılsız mısın?”

Kulaklarım uğuldamaya başladı birden. Yanlış duymuştum. Körleşen gözlerimi odadan ayırdım, içinde dikildiğim karanlığa kenetledim. Yanlış mı duymuştum? Silahla birlikte önümde kavuşmuş olan ellerim çözüldü, cansız bir uzuv gibi iki yanımdan sallandı. Soğuğa rağmen terlediğimi hissettim. Yanlış duymuştum.

O kadar büyük bir şokla sarsılmıştım ki, bu soyut his bedenimde ansızın somut olarak belirdi. Titremeye başladım.

“Lan bu bırak bu işleri. Kariyerimin zirvesiymiş. Siktir oradan. Dürüst ol, dürüst. Hadisene lan, dürüst olsana bize!” Merih’in hiddetli bağırışını duyunca irkildim; âna tutunmakta çok zorlanıyordum. “Cemiyetin kanı akıyor benim damarlarımda desene. Kardeşinin suçlarını gizli saklı maskelediğini söylesene. Sizi bilerek Bülent Eroğlu’ndan uzak tuttum çünkü ben onun öz abisiyim desene. Desene lan!

Çınar’ın bağırışıyla, Pınar’ın çığırışı birbirine karıştı. “Ne?”

“Şimdi sen benim sorumu yanıtla.” Merih’in kısık sesi, odaya bir bomba gibi düşmüştü sanki. “Asıl sen kimin silahısın Selçuk Kalender?”

Elimdeki güç birdenbire çekiliverdi; silah parmaklarımdan kayıp düştü.

Sessizliğe devrilen bir gümbürtü koptu. Sanki zaman tıkanarak durdu, saniyeler üst üste binmeye ve içinde tutsak kalan bizleri de beraberinde boğmaya başladı.

Odada panik dolu bir fırtına zuhur etti. Tartışmanın alevi kısa süreliğine dindi ama sönmedi ve telaşlı fısıltılar bu alevde kavrulmaya devam etti.

“Duydunuz mu sesi? Ses geldi.”

“Siktir, içerde birisi var.”

Yavaşça eğilerek yerdeki silahı elime geri aldım, sımsıkı kabzasını kavradım. Artık duvarın dibine sokulmakla uğraşmıyordum. Kaçma veyahut saklanma gibi bir güdüm de yoktu. Elimde tuttuğum silahla, bir kapı ötemdeki gerçeklikle yüzleşmek için sadece bekliyordum.

Nasıl olabilirdi bu? Nasıl?

Birkaç hafif adım atıldığını duydum; ardından da anlaşılmayan fısıltılar ve tuhaf bir sürtme sesi.

Ansızın kapı geriye savrularak açıldı ve içerdeki beyaz, çiğ ışık üzerime dökülerek beni beceriksizce aydınlattı. Fakat bununla yetinmemişlerdi. Üstüme tutulan bembeyaz bir fener gözlerimi delerken, yüzümü hafifçe ekşittim.

Fakat elimi suratıma siper etmek dışında, yine de yerimden kımıldamamıştım.

Henüz karşımdaki silütler şekillenemeden, suratıma doğrultulmuş beş farklı namlu gördüm.

“İndir lan elini!” Selçuk Kalender’in neredeyse duvarları ineleten gürleyişi, beni şaşırttı. Korkusu ve telaşı, sanki her kelimesine sinmiş bir kokuydu. “İndir! Kimsin lan sen? Nasıl girdin buraya?”

Kendimi tutamayarak güldüm; buz kesmişti resmen içim.

Resmen amcam emniyette müdürdü, adaletin kılıcı elindeydi; babam elli yıllık suç örgütünün sahibiydi, adaletsizliğin kılıcı elindeydi.

Fakat ben, bunca yıl, tek başıma kardeşimin intikamını almak için çırpınıp durmuştum. Bunca zaman sağımda adalet, solumda adaletsizlik vardı. Niçin bu kılıçlar benden ve kardeşimden sakınılmıştı?

Hem nasıl daha önce duyamamıştım bu sesteki o tanıdık tınıyı? İçlerinde babamınkine benzeyen bir vurgu vardı; belki çok belli belirsizdi fakat dikkatli dinleyince, işte oradaydı.

“Ne gülüyorsun lan?” Bu sefer konuşan Çınar’dı ama onda daha önce hiç duymadığım bir soğukluktaydı. “Müdürüm silah var elinde, elinde silah var!”

“Silahı derhal yere at!”

“Ellerini havaya kaldır lan!”

“Müdürüm emir verin.”

Elimi yüzümden çekince birden bütün telaş ve panik kesildi. Suratıma doğrultulmuş olan fener yavaşça aşağıya kaydı. Silahların da inecekmiş gibi tereddütle kımıldandığını ama yine de inmediğini gördüm.

“Demre?” Hiç bitmeyecekmiş gibi uzayan sessizliği, ilk bölen Pınar olmuştu. “Senin ne işin var be burada?”

Çınar şok içerisinde durduğu yerde kımıldandı. “Ne oluyor lan?”

Köşede sessizce dikilen Akın’ın, arka tarafta tasasızca olan biteni seyreden ve silahını bana doğrultmamış tek kişiye, öfkeli kaçamak bir bakış fırlattığını gördüm.

Selçuk Kalender’in artık sesi kesilmişti; ne bağırıyordu, ne de bir emir savuruyordu. Yalnızca, müthiş bir şaşkınlıkla suratıma bakıyordu. Sanki karşısındaki gerçekliğimi sorguluyordu.

Ama tüm bunlara rağmen, hiçbir silah yere inmemişti; hâlâ hepsinin namlusu suratımı hedef alıyordu.

“Merak ettiğim bir şey var doğrusu.” Tekrar alayla güldüm istemsizce. Hiç kimseye değil, yalnızca amcamın gözlerine bakıyordum. “Babam bu tatlı ekibindeki kişilerden haberdar mı sevgili amcacığım?”

“Kes sesini, kes!” Kan beynine sıçramıştı. Kalender elindeki silahı düzelterek alnıma doğrulturken, bütün gücüyle bağırdı ve resmen tüm binayı sarstı. “Gözünün yaşına bakmam, vururum seni. Başına nasıl bir bela aldığını bilmiyorsun sen. At hemen elindeki o silahı. Diz çök!”

Bu kesin sözlerle birlikte, diğer namlular da yükselmişti. Sanki bu silahları bana tutanlar tanıdık çehreler değildi; artık yabancı silüetlerdi.

Gülümseyerek elimdeki silahı sakince yere bıraktım. Tabii ki onlara karşı bu şekilde meydan okumayacaktım. Karşımda adaletin timsali adamlar vardı; bu, tüm savunmasızlığımla, onların inine girmişken kazanabileceğim bir kavga değildi. Çünkü burada adalet işlemezdi.

Silahı yere bırakışımı izleyen gözler, artık biraz daha kendinden emin bakmaya başlamıştı.

Kalender tekrar tahammülsüzce emir savurdu. “Ellerini başına kaldırarak dizlerinin üstüne çök! Hadi! Yakalayın şunu, bağlayın. Diz çöksene lan!”

Ellerimi iki yanımdan havaya kaldırdım. Hiçbir direniş göstermeden, dizlerimin üstüne çöktüm. Henüz tek dizim yere değmişken, birden arkadan kor gibi bir ikaz yükseldi.

“Hayır, çökmeyecek.”

Bütün başlar, bu cesur itirazın yükseldiği tarafa döndü. Kalender öfke ve hayret karışımı bir duyguyla, emrini çiğneyen Merih’e bakıyordu.

Ama ben çoktan yerdeydim, tek dizimin üstündeydim. Çöküp çökmemek arasında arafta kalmıştım.

Merih, gözlerini üstümden ayırmayarak karanlığın arasından sıyrıldı ve resmen bastığı zemini çiğneyerek, yanıma geldi. Diğer herkes gibi kopkoyu bir gölge misali tepemde yükselmek yerine, yavaşça eğildi ve tek dizinin üstüne çöktü.

Gözlerinde ürpertici bir kızgınlık ve kararlılık vardı. Yalnızca bir karış ötemdeydi; iri bedeniyle tıpkı bir kalkan gibi, silahlarla arama girmişti.

“Diz çökmeyeceksin.” dedi, insanı titreten bir buyurganlıkla. İçinde bulunduğumuz sessiz kıyamete rağmen, hiçbir telaşı yoktu. “Hala anlamadın mı, Demre? Senin dizlerinin üstüne çöktüğün yer, benim mücadelemdir.” Çenesiyle belli belirsiz arkasını gösterdi, fısıldadı. “Şayet dağıtmamı istiyorsan burayı, orası ayrı.”

Arkamızda bir hareketlenme oldu; namlular hâlâ üzerimize çevriliydi. Sanki her ân tetiğe basılacakmış gibiydi. Kalender’in tekrar gür sesiyle, “Yakalayın, bağlayın şunu.” benzeri emirler savurduğunu duydum.

Ama ne o yerinden kımıldadı, ne de ben.

“O hâlde korkma, başlat mücadelemi.” Merih tüm sakinliğiyle, arkasındaki hengameye aldırış bile etmeden, elini tutmam için bana doğru uzattı; gözlerini bir an olsun gözlerimden ayırmıyordu. “Sana yemin olsun, dizlerinin değdiği her yere taşırım zaferini.”

 

*

 AĞAĞAĞAĞĞĞ ARKDŞLRRRR BU MERİH EFENDİ NEYMİS BÖLE YA?!!! TAHMİN EDENLER BURDA MI PEKİ??? Doğru tahmin edenlerden şu emojiyi 🥷 bekliyorm. Ben doğru tahmin ettim hehe 🥷🥷✨ Bu adam bipolar olmasın da kim olsun bin tane rolü var hehe. Ama en önemli rolün koca şahsı olman ✋🏼 adam ol benim asabımı bozma Merih çakmiyim ✋🏼✋🏼 Bülent'le anlaşmalarını tahmin edersiniz ki şimdilik sadece politik, iki beyefendi de k•çını kollamaya çalışıyor 🤠 Peki pekii Beren Zeren Ceren Şahoğlu ile anlaşmamıza ne diyosunuz.. Ben bişi demiyorum.. 😔✋🏼✋🏼 Ayrıca Sude'nin dışlanmış hissetmesine ve patlamasına şaşırdık mı şaşırmadık bence 🤏🏼 Ama çok konuşma sana da çakarız Sude ✋🏼✋🏼✋🏼



Azalmadan, çoğalarak. Çünkü ballı lokmalarını çok seven bi yazar,

Fesa 🪄

12 Temmuz 2025

 

Yorumlar